Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Ben yapmadım, tümör yaptı!



Toplam oy: 1162
Christian Jungersen
Ayrıntı Yayınları
Frederik'in yaşadığı hastalık sırasında olup bitenler onda mı, yoksa eşi Mia'da mı iz bıraktı? Mia, gitmeli mi, Frederik'in yanında mı kalmalı? Bu sorular, Jungersen'in kitap boyu işlediği gerginliklerin ve ikilemlerin son noktası.

Christian Jungersen'in yayımlanmış diğer romanlarına bakınca, insanın ruh hallerini, kurguladığı olaya hayli iyi yedirdiğini görüyoruz. Bununla da kalmıyor, gününe yabancılaşmadan edebi metinler yaratıyor. Yani Jungersen aslında hem psikolojinin verilerinden yararlanıyor, hem de günlük hayattaki yamuklukların nimetlerinden. Ava çıkarken etrafını iyi gözlemlediği kesin.

 

Kayboluyorsun'da da bu gözlemciliğini ve ruh halleri tasvirlerini kullanmaya devam eden Jundersen, bütün hayatı tersyüz olan Mia'nın hikayesiyle karşımızda.

 

"Rüya gibi erkek"

 

En pürüzsüzünden yaşam sürenlerin bile bir kez olsun darbe yemişliği mutlaka var. Sarsıntının derecesi değişir elbette ama kesinlikle iz bırakır. Jungersen'in başkahramanlarından Mia'nın bir değil birkaç darbeyle boğuştuğunu göz önüne aldığımızda ailesinin ve sinirlerinin gerilen bir yaya benzediğini de sezebiliriz.

 

Mia, başına geleceklerden henüz haberi yokken mutlu bir evlilik sürdüğünü, ilkgençliğe adım atan oğluyla huzurlu bir aile ortamında bulunduğunu ve en önemlisi kocası tarafından sevildiğini duyumsar. Güzel arkadaşlıkları, kendisini güvende hissettiği bir evi ve anlamlı işi de bu tabloyu tamamlar. Fakat Akdeniz'de çıktıkları tatil, Mia'nın kocası Frederik'teki değişimleri fark etmesini sağlar. Üstelik bu, büyük bir şokla; Frederik'in aniden bayılması ve beyninde bir tümör tespit edilmesiyle başlar.

 

Tümörün bulunmasını izleyen süreçte doktorlardan bir uyarı gelir: Ameliyatla alınsa bile kitle, kişilik değişimine yol açabilir. Zaten Mia, bunun ilk işaretlerini tatilden önceki aylarda ve tatilde, Frederik'in 180 derece değişen davranışlarında görmüştür. Bu, onun için ilk darbe.

 

Frederik, daha önce yapmadığı ne varsa yapar hale geliyor; hastalıktan evvel yaptıklarını ise unutuyor. Adeta bir yabancıya dönüşüyor; Mia ise olacakları kestirebilmek için tıp kitaplarını hatmediyor.

 

Öldürücü değilse de süründüren tümörün, Frederik'e de ailesine de hayatı dar ettiği kesin. Mia'nın “rüya gibi erkek” dediği kocası artık ne zaman nasıl davranacağı kestirilemeyen biri: Evde oğluyla soğan savaşına giren, geceleri çırılçıplak halde kapıları yumruklayan ve rallideymişçesine araba kullanan bir adamdan bahsediyoruz. Kısacası yeni Frederik'ten.

 

Ardından ikinci darbe geliyor: Frederik, çalıştığı okulu teminat gösterip bankadan yüklü bir kredi alıyor, hem de dudak uçuklatacak miktarda. Bu da yetmezmiş gibi okulun hesabından para çekip borsaya yatırıyor. İşin şakası da, Mia'nın içine sürüklendiği şeyle ilgili hiçbir fikri yok.

 

Jungersen'in romanda art arda sıraladığı olayların gelip dayandığı nokta ise, hakiki Frederik'le yenisi arasındaki uçurum ve bunun aniden adli bir vakaya dönüşmesi. Sadece bununla kalsa iyi, hippi kızlara ilgi duymaya başlayan Frederik, sınırları zorladıkça zorluyor; hissizlikle ve nobranlıkla hareket ediyor.

 

Mia'nın aklını kurcalayansa Frederik'in gerçek kişiliğinin bu tümörle ortaya çıkıp çıkmadığı. Bir tane daha var: “Frederik'le değil de ondan önce tanıdığım erkeklerden biriyle kalmış olsaydım şimdi nasıl bir hayatım olurdu?”

 

Frederik'in keskin değişimi sonrası Mia'nın zaman zaman monotonluk özlemi çekişi de Jungersen tarafından ince ince işlenerek ve tenis metaforu kullanılarak veriliyor. Yazar belki tümörü de bir metafor olarak kullanıyor; hem Frederik'in hem de Mia'nın zihninde dolanırken ikisinin de dengesinin nasıl bozulduğunu göstermek istiyor gibi.

 

İdare edilemez bir adam

 

Arka arkaya hatalı kararlar alan, bazen ne yaptığının farkında olmayan ve Mia'yı çileden çıkaran Frederik, mutlu ve düzenli hayatın nasıl duvara toslayabileceğini göstermek için yaratılmış bir roman karakteri sanki. Beri yandan da kocasının hastalığı sonrası etrafa başka bir gözle bakan Mia, evli çiftlerin basit sorunlarına sinirle gülüyor. Fakat sonra, vaktiyle kendisinin de böylesi dertleri olduğunu hatırlıyor. Jungersen'in buradaki ince ironisi atlanmamalı; sorunsuzluğun, mide bulandırıcı ayrıntılara takılmayı kolaylaştırdığını anlatmaya uğraşıyor yazar. Kısacası, özenle seçtiği detayları yavaş yavaş metne yapıştırıyor. Frederik örneğinde olduğu gibi bir insanın idare bile edilemez duruma gelmesi kolay yenilir yutulur cinsten değil. Onunki biraz da “ben yapmadım, tümör yaptı” tavrı.

 

Jungersen, Frederik'in halini ve Mia'nın başından geçenleri resmederken bu kaygı verici duyguyu bize çok iyi yansıtmış. Bir an kendinizi Mia'nın yerine koyup soruyorsunuz: Ben olsaydım ne yapardım? Aslında bu soru, roman kahramanlarıyla özdeşlik kurabildiğimizi gösterdiği gibi, yazarın başarılı bir anlatıcı olduğunun da kanıtı.

 

Frederik'in durumu, Mia'nın yalnızlaştığı izlenimi uyandırıyor. Bir bakıma kimyası bozulmuş bir adama karşılık sağlıklı fakat tepe sersemi olan ve yarı ölü bir kadın duruyor önümüzde. Kocasının kendi başına bırakılabilecek hale gelmesi bu ölgünlüğü biraz olsun kırıyor. Ama yine de hiçbir şey Mia'ya eski tadında gelmiyor.

 

Frederik'in yaşadığı hastalık sırasında olup bitenler onda mı, yoksa Mia'da mı iz bıraktı? Mia, gitmeli mi, Frederik'in yanında mı kalmalı?

 

Bu sorular, Jungersen'in kitap boyu işlediği gerginliklerin ve ikilemlerin son noktası. Tabii ikisinin de yanıtı var. Zaten hem sorular hem de cevapları, Mia'nınkine benzer şekilde, durağan hayatlarımızın ardına gizlenen çılgınlıkları yansıtıyor.

 

 


 

 

* Görsel: Furkan Şener

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.