Christian Jungersen'in yayımlanmış diğer romanlarına bakınca, insanın ruh hallerini, kurguladığı olaya hayli iyi yedirdiğini görüyoruz. Bununla da kalmıyor, gününe yabancılaşmadan edebi metinler yaratıyor. Yani Jungersen aslında hem psikolojinin verilerinden yararlanıyor, hem de günlük hayattaki yamuklukların nimetlerinden. Ava çıkarken etrafını iyi gözlemlediği kesin.
Kayboluyorsun'da da bu gözlemciliğini ve ruh halleri tasvirlerini kullanmaya devam eden Jundersen, bütün hayatı tersyüz olan Mia'nın hikayesiyle karşımızda.
"Rüya gibi erkek"
En pürüzsüzünden yaşam sürenlerin bile bir kez olsun darbe yemişliği mutlaka var. Sarsıntının derecesi değişir elbette ama kesinlikle iz bırakır. Jungersen'in başkahramanlarından Mia'nın bir değil birkaç darbeyle boğuştuğunu göz önüne aldığımızda ailesinin ve sinirlerinin gerilen bir yaya benzediğini de sezebiliriz.
Mia, başına geleceklerden henüz haberi yokken mutlu bir evlilik sürdüğünü, ilkgençliğe adım atan oğluyla huzurlu bir aile ortamında bulunduğunu ve en önemlisi kocası tarafından sevildiğini duyumsar. Güzel arkadaşlıkları, kendisini güvende hissettiği bir evi ve anlamlı işi de bu tabloyu tamamlar. Fakat Akdeniz'de çıktıkları tatil, Mia'nın kocası Frederik'teki değişimleri fark etmesini sağlar. Üstelik bu, büyük bir şokla; Frederik'in aniden bayılması ve beyninde bir tümör tespit edilmesiyle başlar.
Tümörün bulunmasını izleyen süreçte doktorlardan bir uyarı gelir: Ameliyatla alınsa bile kitle, kişilik değişimine yol açabilir. Zaten Mia, bunun ilk işaretlerini tatilden önceki aylarda ve tatilde, Frederik'in 180 derece değişen davranışlarında görmüştür. Bu, onun için ilk darbe.
Frederik, daha önce yapmadığı ne varsa yapar hale geliyor; hastalıktan evvel yaptıklarını ise unutuyor. Adeta bir yabancıya dönüşüyor; Mia ise olacakları kestirebilmek için tıp kitaplarını hatmediyor.
Öldürücü değilse de süründüren tümörün, Frederik'e de ailesine de hayatı dar ettiği kesin. Mia'nın “rüya gibi erkek” dediği kocası artık ne zaman nasıl davranacağı kestirilemeyen biri: Evde oğluyla soğan savaşına giren, geceleri çırılçıplak halde kapıları yumruklayan ve rallideymişçesine araba kullanan bir adamdan bahsediyoruz. Kısacası yeni Frederik'ten.
Ardından ikinci darbe geliyor: Frederik, çalıştığı okulu teminat gösterip bankadan yüklü bir kredi alıyor, hem de dudak uçuklatacak miktarda. Bu da yetmezmiş gibi okulun hesabından para çekip borsaya yatırıyor. İşin şakası da, Mia'nın içine sürüklendiği şeyle ilgili hiçbir fikri yok.
Jungersen'in romanda art arda sıraladığı olayların gelip dayandığı nokta ise, hakiki Frederik'le yenisi arasındaki uçurum ve bunun aniden adli bir vakaya dönüşmesi. Sadece bununla kalsa iyi, hippi kızlara ilgi duymaya başlayan Frederik, sınırları zorladıkça zorluyor; hissizlikle ve nobranlıkla hareket ediyor.
Mia'nın aklını kurcalayansa Frederik'in gerçek kişiliğinin bu tümörle ortaya çıkıp çıkmadığı. Bir tane daha var: “Frederik'le değil de ondan önce tanıdığım erkeklerden biriyle kalmış olsaydım şimdi nasıl bir hayatım olurdu?”
Frederik'in keskin değişimi sonrası Mia'nın zaman zaman monotonluk özlemi çekişi de Jungersen tarafından ince ince işlenerek ve tenis metaforu kullanılarak veriliyor. Yazar belki tümörü de bir metafor olarak kullanıyor; hem Frederik'in hem de Mia'nın zihninde dolanırken ikisinin de dengesinin nasıl bozulduğunu göstermek istiyor gibi.
İdare edilemez bir adam
Arka arkaya hatalı kararlar alan, bazen ne yaptığının farkında olmayan ve Mia'yı çileden çıkaran Frederik, mutlu ve düzenli hayatın nasıl duvara toslayabileceğini göstermek için yaratılmış bir roman karakteri sanki. Beri yandan da kocasının hastalığı sonrası etrafa başka bir gözle bakan Mia, evli çiftlerin basit sorunlarına sinirle gülüyor. Fakat sonra, vaktiyle kendisinin de böylesi dertleri olduğunu hatırlıyor. Jungersen'in buradaki ince ironisi atlanmamalı; sorunsuzluğun, mide bulandırıcı ayrıntılara takılmayı kolaylaştırdığını anlatmaya uğraşıyor yazar. Kısacası, özenle seçtiği detayları yavaş yavaş metne yapıştırıyor. Frederik örneğinde olduğu gibi bir insanın idare bile edilemez duruma gelmesi kolay yenilir yutulur cinsten değil. Onunki biraz da “ben yapmadım, tümör yaptı” tavrı.
Jungersen, Frederik'in halini ve Mia'nın başından geçenleri resmederken bu kaygı verici duyguyu bize çok iyi yansıtmış. Bir an kendinizi Mia'nın yerine koyup soruyorsunuz: Ben olsaydım ne yapardım? Aslında bu soru, roman kahramanlarıyla özdeşlik kurabildiğimizi gösterdiği gibi, yazarın başarılı bir anlatıcı olduğunun da kanıtı.
Frederik'in durumu, Mia'nın yalnızlaştığı izlenimi uyandırıyor. Bir bakıma kimyası bozulmuş bir adama karşılık sağlıklı fakat tepe sersemi olan ve yarı ölü bir kadın duruyor önümüzde. Kocasının kendi başına bırakılabilecek hale gelmesi bu ölgünlüğü biraz olsun kırıyor. Ama yine de hiçbir şey Mia'ya eski tadında gelmiyor.
Frederik'in yaşadığı hastalık sırasında olup bitenler onda mı, yoksa Mia'da mı iz bıraktı? Mia, gitmeli mi, Frederik'in yanında mı kalmalı?
Bu sorular, Jungersen'in kitap boyu işlediği gerginliklerin ve ikilemlerin son noktası. Tabii ikisinin de yanıtı var. Zaten hem sorular hem de cevapları, Mia'nınkine benzer şekilde, durağan hayatlarımızın ardına gizlenen çılgınlıkları yansıtıyor.
* Görsel: Furkan Şener
Yeni yorum gönder