Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bencilliğin konuştuğu dil



Toplam oy: 915
Charles Dickens
İletişim Yayınevi

Yapıtlarının temaları, üslupları ve yöntemleri söz konusu olduğunda Franz Kafka'nın 19. yüzyılın en büyük İngiliz romancısına ne kadar çok şey borçlu olduğundan ve bu büyük 'tereke'yi nasıl Kıta Avrupası edebiyatında yaşattığından sıklıkla bahsederiz, ama bugün modern romanın en sevilen figürlerinden birinin, Dostoyevski'nin Charles Dickens'la kardeşliği büyük oranda göz ardı edilir. Mektuplarında ve hatıralarında Dostoyevski, Dickens'a olan düşkünlüğünden bahsetse de onun Suç ve Ceza'nın da içinde olduğu büyük dört romanının, Victoria döneminin ortasında roman sanatını en çok etkileyen bu yazardan çok daha kapsamlı bir bilgi öğrendiğini görmenin en iyi yolu Martin Chuzzlewit'i okumaktır. Dickens ile Dostoyevski'nin tefrika edilerek okura ulaşan, yaşama dair en önemli, büyük, iddialı temaları işleyen en vazgeçilmez romanları yazma hevesleri de kardeştir, bunu felsefeyle ilişkilendirirkenki cesaretleri de. Ancak varoluşçuluk, sosyalizm, Batılılaşma ve dini düşüncenin Dostoyevski'de karakterleşmesi, romanın yapısına bir teknik olarak dağılması, John Stuart Mill ve liberal ikisatçıların faydacılığıyla kavga ederek yazan Dickens'ta ancak ilkel bir biçimiyle karşımıza çıkar; örneğin Zor Zamanlar'da didaktizme muhalefet didaktik olmayan roman yöntemleriyle değil, bizzat didaktizmin diliyle yapılır. Martin Chuzzlewit'te de bu durum değişmez; kitabın daha en başında, okuyacağımız romanın kusurların en yaygını olan bencillikle ilgili olduğunu öğreniriz. Burada adalet, diriliş veya özgürlük hakkında bir büyük roman yazan Dostoyevski'den farklı olarak bencilliğin tarafları çok belirgin çizgilerle belirtilmiştir, iki taraf arasında geçişler çok nadirdir. Romanın başında rüzgârlı bir sahnede öne doğru eğilmiş halde rastladığımız Seth Pecksniff (bir başka Dickens özel ismi olan Pickwick'e benzerliğine dikkat) bağışlama, hoşgörü, minnet, sevgi gibi sözcükleri kendi çıkarcı amaçları için kullanırkenki şuursuzluğuyla, Victoria döneminin Ferrari'lerini satan bilgelerindendir. Palavra ideolojisiyle zenginleşmeyi zaten başaramadığı gibi, çevresine ördüğü ahlak kıyafetinin dokusunu da bir kurt gibi içten kemirip yok eder. Pecksniff, kitaptaki iki Martin Chuzzlewit'ten ihtiyar olanının vasiyetinde kendisine yer verilmesini istediği için, romanın başında bitkin bir vaziyette, yanında Mary adlı bir genç kızla gördüğümüz adamın aile üyelerine çeşitli yardımlarda bulunuyordur. Zaman içinde yardımseverliğin kapitalizmin en büyük kötülüğü olduğunu anlarız, kurbanların içinde bulundukları gerçeği görmelerini engelleyen ve onları yanlış yere efendilerine minnettar kılan bir 'sahte bilinç'tir bu; Pecksniff de böyle düşüncelerle genç Martin Chuzzlewit'e kol kanat gerer. Lakin Dickens'ın romanı olağanüstü bir matematik formülü üzerine kurulmuştur. İhtiyar Chuzzlewit, insanların kendisiyle olan ilişkilerinin niteliğinin, sahip olduğu devasa miras tarafından belirlendiğini bilir. Öldürülmemeyi ve iyi yaşamayı garantiye almak için de, sağlığıyla ilgilenen Mary'le onun kendi ölümünden sonra parasız kalmasını sağlayacak bir sözleşme yapar: Mary, ihtiyar Martin'i yaşattığı müddetçe iyi bir hayat sürecek, Martin öldüğünde kendini sokakta bulacak, bu yüzden de hayatını Martin'in hayatını uzatmaya adayacaktır. Fakat Chuzzlewit'in torunu olan Martin, Mary'e âşık olarak bu denklemi bozar, çünkü eğer Martin ile Mary evlenirse Martin zaten ihtiyar Chuzzlewit'in mirasçısı olacağından Mary'nin ihtiyar Martin'le ilgilenmesi için ortada 'ekonomik' bir neden kalmayacaktır.

 



‘Organik’ bir gelişme




Böylece Dickens'ın tanıdık temalarından biri üzerinde ilerleyen öykü başlar: gerçekte zengin ve görünmez bir eril güce sahip olması gereken ama geçici olarak bu iktidardan yoksun olan genç bir adam, kitabın sonunda zaten kendisinin olan servete ulaşıncaya dek bir dizi ahlaki ve etik sınavdan geçer. Burada Dickens'ın hakkını Dickens'a vermek gerekir: kitabın başında kendi dertleriyle fazlasıyla meşgul olan Martin, romanın olay örgüsüyle 'organik' olduğunu söyleyebileceğimiz bir gelişme göstererek, adım adım zaten kendisine ayrılmış olan mirası etik olarak hak edecek kişi olmaya doğru ilerler. Yani kitabın ilk sayfasında sahip olduğu sahte bilgeliği bize beş yüz sayfa boyunca vaaz edip görüş alanımızdan çekilen sahte-bilgelerden değil, girift bir roman karakteridir. Martin, Dickens'ın en iyi uygulayıcılarından olduğu pikaresk romanın harika maceraları içinde evden ayrılır ve Amerika'ya, New York'a gider. Bu 'efendi'nin yanında da pikaresk romanın vazgeçilmez karakteri olan 'uşağı', yani tesadüfen tanıştığı ve onunla Amerika'ya gelmek isteyen Mark vardır. Kafka'nın Karl karakterinin Amerika'ya giden gemide peşine düştüğü ve macerasının başlangıç imgesi olan şemsiyesi de, yeni dünyayı ilk kez görüşü, burada yaşadığı çeşitli mahkûmluk halleri de Kafka'nın Amerika'ya bizzat yaptığı yolculuklardaki izlenimlerinden değil, Dickens'ın bu romanından gelir. Ancak Kafka'nın Amerikalılarını kötü kılan şey onların muğlak, hayaletimsi, insanlıktan uzak halleriyken Dickens'ın Amerikalılarındaki kusurları İncil'deki öyküleri açmak suretiyle tespit ve tasnif etmek çok daha kolaydır. Martin ile Mark'ın Amerika yolculukları sürerken Atlas Okyanusu'nun diğer yakasında Chuzzlewit'lerin mirası çevresindeki karanlık olay örgüsü akmaya devam eder, yeterince uzun süre nehrin başında bekledikleri takdirde istediklerine ulaşacaklarını düşünen karakterlerin mirasa konmak için yaptıklarını Dickens büyük bir komedileştirme yeteneğiyle anlatır.

 

860 sayfalık kitabı bitirdiğimizde, Pecksniff'in evinde kendine köle kıldığı Tom Pinch karakterinin romanın gerçek 'kahramanı' olup olmadığını merak ederiz. Romanın en başından itibaren tanıdığımız 30'lu yaşlarındaki bu alçakgönüllü, çalışkan genç adam, Martin'in aksine kitabın hiçbir noktasında kendini bir 'efendi' konumunda bulmaz ancak Dickens'ın Kasvetli Ev gibi daha karanlık romanlarında rastladığımız türde, İngiliz toplumunun belli adaletsizliklerini bedenleştiren (baca temizleyici çocuklar gibi) figürlerden farklı olarak toplumsal bir hareketliliğe sahiptir. Gaddar efendisinden kurtulduktan sonra bir süre işsiz kalır, kendine ve kızkardeşi Ruth'a Londra'da ev tutmaya çalışır (bu vesileyle Victoria döneminde Londra'da nasıl ev kiralandığı üzerine ilginç şeyler öğreniriz) ve diğerkâm bir işverenden maaş almaya başladığında hayatı gerçekten de yoluna girmiş gibi görünür. Tom'un 'foil'i diyebileceğimiz, onun iyiliğini kendi kötülüğüyle görünür kılan bir karakter olan Jonas Chuzzlewit ise ayrı bir yazının konusu olmayı hak ediyor.  

 

Dickens'ın karakterler galerisinin diğer isimleri (Bayan Gump, Bayan Lupin, mimar Pecksniff'in kızları Merry ve Cherry ile öğrencisi John Westlock) her biri ayrı birer mimari şekil oluşturarak Martin Chuzzlewit'in çok geniş bir malikaneyi andıran romanındaki farklı oda, koridor, merdiven, bahçe ve labirentleri oluştururlar. İlk sahnesi bir evin ve oradaki mimarın görüntüsüyle açılan bu yapının dışarıda esen kuvvetli rüzgara karşın yıkılmamasını sağlayan şey, Atlas Okyanusu'nun iki yanında da yalnızca bencillik ve adaletsizlik bulan umutsuz Dickens'ın öykü anlatma azmidir. Victoria dönemindeki sert bir 'fırtına' yüzünden eve hapsolan 'aile halkı'nı aralarındaki gülünç karakterleri taklit ederek eğlendiren Dickens'ın kendisi de bu sayede ayakta kalmış gibidir. Ancak bu basit bir eğlence olmanın ötesine geçer. Her zaman bir kitap gibi konuşan Pecksniff figürüne bakarken bencilliğin dilde nasıl üretildiğini görürüz, sanki yaptığı bu keşif romancıya görünürde belli bir şekle bürünmesi imkansız derecede karanlık bir dünyayı en baştan inşa etmek için gerekli ilhamı vermiş gibidir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.