Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Beni sevebilmen için benden nefret et"



Toplam oy: 1044
Hermann Broch
İthaki Yayınları
Uzun ama nefes nefese koşturmayan cümlelerle, ürkütücü masalsı bir atmosfer içinde, son derece gerçekçi bir kitle psikolojisini anlatan teolojik bir felsefe problemi Büyülenme.

Geçen yıl edebiyat okurunun bir everesti vardı. Hermann Broch’un çevrilemez denen romanı Vergilius’un Ölümü bütün heybetiyle karşımızdaydı. Ahmet Cemal’in kırk yıllık bir emekle Türkçeye kazandırdığı bu roman, “Oku beni!” diye meydan okuyordu. Broch’u, bir XIX. yüzyıl biçemi olan romanı tanınmayacak bir şekilde dönüştüren modernist gelenek içinde gören Hannah Arendt, artık okurun yeni romanın sorunsallığını anlamak için kendini neredeyse tamamen adaması gerektiğini söyler. Eğlendiren, öğreten, tavsiye veren bu ulaşılabilir sanat bir anda zorlaşmış, içrekleşmiştir. Okurun, pasif kalarak merak ve hayranlık duyması artık olası değildir. Yazarın gerçeği bozması ve farklı anlamlar yükleyerek yeniden kurması, okurdan, yaratıcı sürece eşdeğer bir düşünce süreci talep eder. Kullanılan dil, şiir ve felsefe arasında salınırken, bu yeni romanın kaderi de, şiir ve felsefe okuru gibi az ama öz bir okur kitlesini çekmesi olacaktır.

Bitmemiş roman

Modern hayattan ve şehirden kaçıp, doğanın sözünü dinleyen insanların uyum içinde yaşadığı bir dağ köyüne yerleşen doktorun gözünden anlatılıyor Büyülenme. (Görsel çalışma: Alexandra Ball)

 

Arendt’in söz ettiği, romanın ve yazarın geçirdiği büyük değişimin, üç farklı müsvedde olarak yazılmış, yazması yıllar sürse de bitmemiş bir romandan daha iyi bir tanığı olabilir mi? Bu bitmemiş roman, Broch’un Büyülenme’si. Büyülenme’yi yazmaya 1935’te başlıyor Broch, dağ romanım (Bergroman) ya da dini romanım diye tanımlıyor projesini. İlk taslak tamamlandıktan sonra, tekrar yazarak önemli bir bölümünü değiştiriyor. Ancak bu dönemde edebiyatın hayattaki değerini sorgulamaya başlıyor, kuşkuculuğu o kadar artıyor ki, yaratıcı ve düşünsel her gayretin gereksiz ve etkisiz olduğuna inandığı bir karamsarlığa sürükleniyor. Nazizim yükseldikçe, yiten değerlerin, yaşamda sanata bir yer bırakmayacağını düşünüyor. 1937’de Büyülenme üzerine çalışmayı bırakıp politik makalelere yöneliyor. Edebiyatın ölümüne lirik bir ağıt olan Vergilius’un Ölümü işte bu dönemin ürünü.

Broch, Naziler tarafından bir süreliğine tutuklanır ama ABD'ye kaçmayı başarır. Hayatının son döneminde, biraz da para için, tekrar Büyülenme’yi ele alır. Öldüğünde geride, bitiremediği müsveddeler kalır. Oğlu ilk tamamlanmış versiyona, ikinci versiyondan bölümler ekleyerek kitabı İngilizceye çevirir. Büyülenme, Broch’un bitmemiş romanı olduğu için, merkezi hikayesi bir mesel kadar basit olduğu için ve bir alegori olduğu için yeni yazılmış gibi. Büyülenme’nin bitmemişliği, Broch’un hayalgücünün felsefi bir karmaşanın içinde nasıl yol aldığını gösteriyor bize. Uzun ama nefes nefese koşturmayan cümlelerle, ürkütücü masalsı bir atmosfer içinde, son derece gerçekçi bir kitle psikolojisini anlatan teolojik bir felsefe problemi Büyülenme. Bir yandan roman karakterlerinin birbirini manipüle etmesi kurgulanırken, okur da bu manipülasyonu çözmeye koşullandırılıyor. Bir günlük formunda başlayan, anlatıcının okura rehberlik ettiği lirik anlatım, yer yer içe dönük hesaplaşmalarla yolu uzatıyor.

Modern hayattan ve şehirden kaçıp, doğanın sözünü dinleyen insanların uyum içinde yaşadığı bir dağ köyüne yerleşen doktorun gözünden anlatılıyor Büyülenme. Anlatıcı, bilimle donatılmış bir gözlemcidir. Köye Marius Ratti adında bir gezgin gelir ve fikirleriyle köydekilerin gizli kalmış umut, istek ve çıkar hırslarını manipüle etmeye başlar. Söyledikleri mantıksız ve çelişkili olsa da, köylüler, kitle psikolojisiyle yalanlara inanmaya hazırdır: “Beni sevebilmen için benden nefret et.” Önce teknolojiyi ve makineleri kötüler Ratti. Erkin, toprağın efendisi erkekte olduğunu, içinde altın madeni barındıran dağın dize getirilmesi gerektiğini savunur. Görünürde paganist ve mistik düşünceler, “doğal” masumiyetlerinin ardında, insanları ilkel ve içgüdüsel bir barbarlığa sürükler, bir genç kızın kurban edilişiyle doruklanır. Bu, aynı zamanda Ratti’nin etrafında topladığı “askerlerin,” köyün anaerkil ve iyicilliğini tinsellikte bulmuş eski yapısını temsil eden Gisson Ana’ya karşı zaferidir. Ratti’nin romanın sonunda köyün yönetimine seçilmesi, gelecekteki bütün faşist liderlerin yalan söyleyeceği ve halkı ilkel ve içgüdüsel davranışlara güdümleyeceğinin garantisi, tarihi bir kehanet gibi. Seçtiği figürlerin roman kahramanından daha çok tiplemeler olduğunu söylüyor Broch: “Edebiyatın konuları insanın en basit temel düşünceleridir. Gerçek edebiyatın figürleri her zaman herkestir ve her gerçek edebiyat bu nedenle tipik insan figürlerini yaratır.” Marius Ratti Hitler’dir, Wenzel onun Goebbels tipli yardımcısıdır, Wetchy Ailesi de Yahudileri temsil eder.

Nazizme ve mantıksal pozitivizme karşı

Büyülenme’nin yazıldığı dönemi, Broch’un yaşamının faşizmle altüst oluşunu göz önüne alırsak, evet bir Nazizim alegorisidir roman ve Nazizme bir kitle psikolojisi olgusu olarak teşhis koymaktadır. Ancak Büyülenme’yi sadece tarihsel konjonktürü tespit eden bir roman olarak değerlendirmek haksızlık olur. Aynı zamanda, felsefede Viyana Çevresi’nin savunduğu mantıksal pozitivizme karşı çıkışıdır Broch’un. Teolojinin ve metafiziğin iddia edildiği gibi anlamsız ve etkisiz olmadığını, felsefenin sadece düşüncenin düzenlenmesine indirgenemeyeceğini ispatlamaya çalışır.  “Dinsel olana yaklaşan ve açıklamaya çalışan her edebiyat eseri mitolojik düşünceye el atar,” diyor Broch ve Büyülenme’yi, mitolojiye “el atmış” diğer modernist kanonun önemli eserleri Joyce’un Ulysses ve Mann’ın Doktor Faustus’una yakınlaştırıyor. Broch’un “hayatımın anlamı bu eserde” diye nitelediği Büyülenme, aslında yazarın felsefe, edebiyat ve kalıcılık konusunda bize bıraktığı bir veda notu.

Broch, Die Schuldlosen (Suçsuzlar) adlı romanının sonsözünde, sanatı iki kavram üzerine kuruyor: ayna ve nefes. Sanat mimetiktir, doğaya ve yaşama bir ayna tutar, kendimizi görüp davranışlarımız üzerine düşünelim diye. Sözlü sanat, roman da buna dahildir, bir nefes ya da rüzgarla, zamandan zamana, diyardan diyara ulaşan ve yeniden başka bir sanata dönüştürmek üzere ilham veren bir tohumdur. Bu da aslında yazının başında Hannah Arendt’in okurdan beklediği, yaratıcı sürece eşdeğer bir düşünce sürecine davet değil mi? Belki de okurun zor kitapları sevmeden önce onlardan nefret etmesi gerekiyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.