“Gâh kar yağıyordu, gâh karanlık” - Şeyh Galip
Pencereden baktığımda sadece ayakları görüyorum. Çamurlu, koşan, topuklu, eskimiş, itiş kakış, kayan, tedirgin, çokbilmiş, öfkeli, âşık, bezmiş, gencecik, hazin, paspal, yaşlı, fütursuz, dayanıklı, uğursuz, hapsolmuş, çakırkeyf... Tekinsiz bir öğle sonrası ışığı içeriye süzülüyor. Yağan kül rengi karın yarattığı katman katman gerçeklikte iz sürüyorum. İri yarı garson, çığırtkan bir papağanın teleğinde görülebilecek kızıllıktaki sakallarını sıvazlarken, duvarda asılı Ağlayan Çocuk resminin ardına bakıyor.
Defterime yazdığım sayfalar dolusu harfle göz göze gelince, elimdeki yeşil tükenmez kalemi fırlatmak istiyorum. Bazan kendi kelimelerimi okuyamıyorum. Ellerim çantamda kitabını arıyor. Bana ait olmayan soğuk metal bir cismi fark edip, ürküyorum. Sarkaçlı saatin yelkovanı, kendini akrebin üzerinde bir ileri, bir geri boşluğa bırakmış salınıyor. Lâbirenti andıran koridorun kıyısında, toz içinde kalmış odacıktan yayılan tek düze ve topal seslerin uğultusuna kulak tıkıyorum.
Nihayet bakışları bana değiyor kırmızı sakalların. Yüzümde renksiz bir gülümsemeyle bardağı havaya kaldırıyorum. Üstü köpükle dolu, kapkara içeceği, başka bir yüzyıla ait hâkimiyetle bırakıyor. Onu takip eden yaşlı köpek yanımda kalıyor, kuyruğunu hevesle sallıyor. Birazdan sivri dişlerini göstere göstere benimle konuşacak. “Elbette dinlemeyi bilirsem!”
Biradan yudum almadan önce “Yeni Hayat’a,” diyorum. Kitabımın sayfalarına gömülürken şehrin kalbinden geçen tankerin iniltisini duyuyorum. Dudağımın üstünde oluşan bıyık beni neşelendiriyor. Peçete istiyorum. Bazan kendi sesimde kayboluyorum.
Önümdeki Camel paketinden bir Bafra sigarası daha yakıyorum, bazan Yeni Harman oluyor çektiğim nefes. İki masa ötemde onu görüyorum. İnce, kemik çerçeveli gözlüğünü temizliyor. Kalbim bambaşka bir ritimle atıyor. Omuzları yaşlanmış sanki. Sabahın çok erken saatinde traş olmuş yine. Her zaman giydiği kahverengi ceketi, karşısında oturan, saçları lüle lüle, rüya gibi gülümseyen kızın sırtında. Boğazın mavi sularında bir sandalın içinde gezinir gibiler. Dans edercesine konuşuyorlar. Genç kız bir hediye uzatıyor. İnce ve uzun elleri, hiç tereddütsüz kurdeleyi açıp, içinden çıkanı, bir sihirbaz maharetiyle ceketinin cebindeki müzeye iliştiriyor. Beyaz bir bilgelik yayılıyor yüzünden. Dumanımı onun nefes kesen soluğuna üflüyorum. Nefis bir tadı var hayatın. Köpek, Jenny Colon marka çantamı beğendiğini söylüyor. “Dikkat et, mor çantanı yabancılardan sakın!” diyor. Bazan bütün cümlelere kendimi kapatıyorum.
Arkasındaki kütüphaneden yeni, eski kitap kokuları yayılıyor. Raflardaki Balzac, Camus, Borges, Uşaklıgil, Dostoyevski, Joyce, Kafka, Proust, Perec, Shakespeare, Faulkner, Tanpınar parçalarını bavuluma özenle yerleştiriyorum. Her seferinde büyüleniyorum. Bazan yeniden başlayabilmeyi diliyorum.
Barın kapısı hızla çarpıyor. İçeri giren adam, elindeki beyaz bereyi sağa sola savururken, hiçbir sözcüğünü bile anlamadığım dilde tehdit savuruyor. Onu tanıyorum. Adını Hasan belliyorum! Ondan çekiniyorum, aynı ezberi tekrar eden hıncından tükeniyorum. Elimdeki yeşil kalemle onu kazımaya çalışıyorum. Hasan büyük bir öfkeyle çantama el koyuyor. İçinden çıkarttığı bana ait olmayan nesneyi ondan koruyamıyorum. Dizlerimin üstünde durup, beyaz kaleyi korumak için merhamet diliyorum. Bir de kitaplığın bu dapdaracık girişten nasıl geçtiğini merak ediyorum.
O, fitilleri yer yer eprimiş kahverengi ceketini giyerken bir bilye yere düşüyor. Üzerime mavi bir yağmur yağıyor. Resimdeki çocuğun gözleri rengindeki bilye, seke seke sokağa fırlıyor. Dışarı çıkıp yürürsem Şehrikalp Apartmanı’ndan Merhamet Apartmanı’na varana dek, on iki dakika boyunca ağlayacağımı biliyorum.
Bazan gözyaşlarımın hiç dinmeyeceğinden korkuyorum!
Gülda (Yazı Ayşe'nin Kitap Kulübü'nden alınmıştır)
(*) “Bir Akıl Hastası Değil, Yalnızca Sadık Bir Okurunum” Kara Kitap, Onüçüncü Bölüm
Yeni yorum gönder