Bizde düşünce dünyamızın ayrıntılarını sorgulayacak, aykırı, yaratıcı çalışmalara pek az rastlanıyor. Bunun nedeni hem edebiyatımızın, hem denemeciliğimizin baştan beri (modern Tanzimat yapılanmasından beri) biraz fazla “ciddi” kurgulanmış olması olabilir. Doğru fakat fazla ciddi bir yapılanmadır bu.
Ne demektir ciddi? Namık Kemal, Batı’da realizmin gözde olduğu dönemlerde, çağdaş dünyada gelinen noktanın gerçekçi, akılcı sanata yönelme eğilimi olduğunu düşünüyordu. Bu nedenle bizim masal kültürümüzün edebiyatımıza kaynaklık edebileceği pek düşünülemiyordu o günlerde. Bir bakıma doğruydu da bu tespit, ancak özellikle sanat söz konusu olduğunda sanatı asıl besleyen kaynağın insanın özgür yaratıcı ruhu olduğu da göz ardı edilmiş oluyordu.
Bana kalırsa edebiyatımıza başlangıçta büyük kazanımlar sağlamış bu yaklaşım bir yandan bir kök-tarih (Walter Benjamin’in söyleyişiyle) oldu, yani edebiyatımızın kaidesi durumuna geldi, bir yandan da onu durağanlaştırdı. Bu ne yazık ki denemeciliğimizde de, felsefemizde de görüldü. Ve bu genel görüntü kimi ayrıksı sanatçıların, felsefecilerin gözden kaçmasına neden oldu. En azından bir Nermi Uygur’un dar bir çevrede bilindiğini belirleyebiliyoruz. Vüs’at O. Bener de hâlâ öyle, bana kalırsa.
POLİTİK BAĞLANMA NEDİR?
Susan Buck-Morss’un Görmenin Diyalektiği/Walter Benjamin ve Pasajlar Projesi adlı kitabı düşündürdü bunları bana. Benjamin kendisinden sonra gelen kuşakları etkilemiş, son derece ilginç bir felsefeci. Yaşamıyla da ilginç, yapıtlarıyla da. Kışkırtıcı bir yazar Benjamin. Eline bavulunu alıp Moskova metrosunda “imge” peşine düşüyor. Marksizmi yorumlayışında, Marksizme bağlanışında da başka hiç kimsede olmayan bir şey var. Sözgelimi bir aydın olarak bağımsızlığına leke sürdürmüyor. Sovyetler’de de, Berlin’de de böyle bu. Ama yalnızca bu kadar değil. Dostları arasında da.
Politik bağlanma nedir? Kişiden kişiye değişiyor bu. Benjamin, bir bağlanmanın öncelikle zihni üzerinde kendiliğinden bir baskı oluşturduğunu görüyor. Bu baskı, çalışmasına izin vermiyor onun. Ve zaten öyle görülüyor ki, yazmak, ortaya bir yapıt koymak da asıl sorunu değil. Ne öyleyse?
Benjamin 1892 yılında doğuyor. 1940’ta intihar ediyor. Ünlü projesi Pasajlar üzerine çalışmaya 1927 yılında başlıyor. Pasajlar’ın hem çağdaşı düşünce adamları tarafından (örneğin Adorno neredeyse adım adım takip ediyor bu çalışmayı) büyük ilgiyle karşılanıyor, hem de sonradan gelenleri büyülüyor. Bu projenin bu denli çekici olmasının nedeni nedir?
Bu tamamlanmamış çalışma, kapitalizmin kök-tarihini belgeleyen birer “merkez” olarak ortaya çıkmış, inşa edilmiş pasajların çözümlenmesi fikrinden doğuyor. Pasajlar, bugün gördüğümüz büyük alışveriş merkezlerinin atası durumundadır. Kış şartlarında insanların evlerinden çıkması, çıkabilmesi esas alınıyor. Böylece hem bir ortak mekân, hem de ortak bir “yeni” kapitalist alan yaratılmış oluyor. Avrupa’nın kültürel, mimari tarihinde hemen yer ediniyor ve tüm büyük şehirlerde benzerleri yapılıyor. Paris’in meşhur pasajları, büyük Avrupa merkezlerindeki başka pasajlara öncülük ediyor.
ÇOĞALDIKÇA GÜÇLENİYOR EŞYA
Ama bununla sınırlı değil elbette: Benjamin’in gözüyle bakıldığında pasajlar kapitalist imgelerle dolup taşan yapılara dönüşüyor kısa zamanda. Böylece en küçük bir nesne, sözgelimi bir oyuncak, üretim ilişkilerini biçimleyen bir eşyaya dönüşüyor. Giysiler (moda), mobilyalar, günlük kişisel bakım nesneleri, kitaplar, yeni buluşlar pasajlarda yer alan dükkânların vitrinlerini süslüyor. Kapitalizm kendi imgesini sürekli yeniliyor, bakıldığında aynı işi gören bir eşya yeniden üretiliyor, hem de akıl almaz miktarlarda. Benjamin nesnenin bunca çoğaltılmasının neyi işaretlediğini sormadan edemiyor. Marks’a göndermelerle yapıyor bunu: Oyuncak, çocukları oyalıyor, eğlendiriyor mu yalnız? Hayır; çocuklar bir süre sonra kendi oyuncaklarına benzemeye çalışıyorlar. Nesnenin çoğaltılması insanın o nesneye yabancılaşmasını da zorunlu hale getiriyor. Çünkü çoğaldıkça güçleniyor eşya.
Görmenin Diyalektiği, Benjamin’in özellikle 1900’lerin başı göz önüne alınarak bakıldığında ufuk açıcı nitelikteki projesini didik didik ediyor. Buck-Morss, Benjamin’den kalan binlerce “pasajlar” notunu neredeyse sözcük sözcük inceliyor. O yıllarda oluşmaya başlayan burjuva kent yaşamına ait imgeleri sıralıyor ve bu imgelerden bambaşka bir kapitalizm tarihi çıkarıyor.
MODERN KAPİTALİZMİN GÖRSEL ELEŞTİRİSİ
Pasajlar, Benjamin’in zihninde olduğu gibi Buck-Morss’un bu göz alıcı incelemesinde de bütünüyle görsel bir mantık kullanıyor. Fotoğraflar, çizimler, sanat yapıtları, eşyalar, grafikler... Doğabilimciler için insanlık tarihine kaynaklık eden fosil neyse, kapitalizm tarihine kaynaklık eden ilk eşyalar da Marksistler için odur. Görmenin Diyalektiği, modern kapitalizmin 1900’lerin başından bugüne uzanan görsel eleştirisi de oluyor böylece:
Pasajlar şunu savunur: Kapitalizm çağını biçimci “modernizm” ve tarihsel açıdan eklektik “postmodernizm” diye ikiye ayırmak bir anlam ifade etmez, çünkü bu eğilimler zaten sınai kültürün başından beri var olmuştur. Paradoksal dinamikler olan yenilik ve tekrar, basit bir biçimde kendilerini yeniden tekrar ederler. (s.387)
Susan Buck-Morss’un çalışması, bizde de kendi kültür tarihimize yönelik bu tür kazı çalışmaları yapılsa dedirtiyor insana. Sözgelimi, hâla bir yerlerden Nâzım’ın notları, yazıları çıkıyor. Demek Nâzım bile bütün olarak derlenip yayınlanmış değil.
Yeni yorum gönder