Bir zamanlar Roll dergisi vardı. Çıktığından kısa bir süre sonra anladık ki meğer hayatımızda koca bir müzik dergisi boşluğu varmış. Kapandığında ise artık bu boşluğu daha iyi tanıyorduk ve dedik ki: “Yine mi sen?”
Yayın hayatı boyunca dergiye az buçuk katkım olmuştu ama dış kapının mandalı olarak kalmaktan öteye de geçemedim nedense. Roll’un ağabeyi Yücel Göktürk’ün sevdiğimiz müzisyen ve gruplarla telefon üzerinden yaptığı “exclusive” söyleşiler, derginin en özel hediyeleriydi. Kimlerle konuşmadı ki Roll... Hem de öyle bilindik klişelerden ya da “farklı olduğu düşünülen” sorulardan sorulmuyordu bu sohbetlerde. Mutlaka politik ve kültürel arka planı olan, özele inen ama genele de tüm içtenliğiyle cevaplar arayan sorularla geliyordu bizim taraf. Laf kabak çiçeği gibi açılıyor ve doyuruyordu. İlk aklımda gelen, Lambchop grubundan Kurt Wagner’a açılan telefon...
İşte bu söyleşilerden bir tanesi de, dergicilerin “elinde büyüdüklerini” itiraf ettikleri John Berger ile yapılmıştı. İngiliz yazar, sanat eleştirmeni, ressam John Berger. Kim bilir kaç kişiye hediye ettiğim Düğüne isimli romanıyla tanıyıp sevdiğim John Berger. Dünyada bir yerde yaşamakta olduğunu bilmenin insana güç verdiği John Berger. İstanbul’dan Gelen Telefon isimli, Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi altbaşlıklı bu minicik kitap, Berger’ın söyledikleriyle kalbimizde büyüyüp genişliyor. Söyleşi derken aslında bir “blind-test”ten söz ediyorum. Hey dergisinin deyişiyle “körebe.” Ama testten geçmenin ya da kalmanın hiçbir önemi yok. Önemli olan, sorular ve cevaplar.
İngiliz yazar, sanat eleştirmeni, ressam John Berger'ın dünyada bir yerde yaşamakta olduğunu bilmek insana güç veriyor.
Kitabın ismine uygun olarak, test Tom Waits’in Telephone Call From İstanbul şarkısıyla başlıyor. Daha uygun bir seçim olabilir mi?.. Berger diyor ki: “Tom Waits çok bütünlüklü bir insan. Ve şu çok paradoksal: Bir Tom Waits şarkısı duyduğunuzda onu derhal tanırsınız, sesini tanırsınız, kelimelerini tanırsınız. Ama onu derhal tanımanıza rağmen, o kendi benliğini silmekle meşguldür. Dile getirdiği hayat tecrübesine kendisini teslim eder, onun içinde kendisini eritir.” Ben, bu söylenenlerin aynen David Bowie için de geçerli olduğunu düşünüyorum, antrparantez.
Sonra Luke Haines’in The Oliver Twist Manifesto’su çalınıyor ve laf dolanıp Zapatista Marcos’a geliyor. Kiminle söyleşirsen söyleş, laf konudan sapar ve bambaşka bir yere gelir, ama Berger’da gelinen yerler, sözün ağızdan çıktığı kadar sıcak yerler hep. En büyük acılardan bahsetse bile toprağın teri kadar sıcacık yerler. “Zapatistlerin sembollerinden birinin salyangoz olması boşuna değil. Salyangoz yavaş hareket eder, fakat toprağın sesini dinler. Efsane o ki, insanın kalbine girebilen bir hayvandır. İnsanın kalbinin sesini dinler, sonra çekip gider, toprağa döner ve toprağa dinlediklerini anlatır.”
“Blind-test,” yapan için de yapılan için de çok keyifli bir şey bence. Ama Roll’unkiler (ha, bir de Wire’ınkiler) bambaşka.
Hepsini saymayacağım elbette ama söyleşide çalınmış şarkılardan biri de Cem Karaca’nın Ceviz Ağacı” John Berger bu şarkıyı dinlemiş filan değil ama ne gam. Laf Prag Baharı’na gelince, Berger 1969’da Prag’da olduğunu söylüyor ve bir Çek öğrenciden duyduğu ve o zamandan beri kulağına küpe olan bir sözü alıntılıyor: “Bizim tek derdimiz özsaygımızı, haysiyetimizi yitirmeden yaşamak.” Berger’ın kulağına küpe olanın, benim kulağıma küpe olmaması için bir neden göremiyorum.
Janis Ian hariç, erkek sesleri duyuluyor bu söyleşide, ama sesin tonu hep “insanı kucaklayan, sarmalayan, bağrına basan” cinsten.
Bu söyleşiyi, bence, Roll’un yeni bir sayısı çıkmış gibi okuyun.
* Görsel: Uğur Altun
Yeni yorum gönder