Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Berger'ı okursan bitmez



Toplam oy: 794
John Berger, Yücel Göktürk // Çev. Yasemin Akbaş
Metis Yayıncılık
Bu kitabı, bence, Roll'un yeni bir sayısı çıkmış gibi okuyun.

Bir zamanlar Roll dergisi vardı. Çıktığından kısa bir süre sonra anladık ki meğer hayatımızda koca bir müzik dergisi boşluğu varmış. Kapandığında ise artık bu boşluğu daha iyi tanıyorduk ve dedik ki: “Yine mi sen?”

 

Yayın hayatı boyunca dergiye az buçuk katkım olmuştu ama dış kapının mandalı olarak kalmaktan öteye de geçemedim nedense. Roll’un ağabeyi Yücel Göktürk’ün sevdiğimiz müzisyen ve gruplarla telefon üzerinden yaptığı “exclusive” söyleşiler, derginin en özel hediyeleriydi. Kimlerle konuşmadı ki Roll... Hem de öyle bilindik klişelerden ya da “farklı olduğu düşünülen” sorulardan sorulmuyordu bu sohbetlerde. Mutlaka politik ve kültürel arka planı olan, özele inen ama genele de tüm içtenliğiyle cevaplar arayan sorularla geliyordu bizim taraf. Laf kabak çiçeği gibi açılıyor ve doyuruyordu. İlk aklımda gelen, Lambchop grubundan Kurt Wagner’a açılan telefon...

 

İşte bu söyleşilerden bir tanesi de, dergicilerin “elinde büyüdüklerini” itiraf ettikleri John Berger ile yapılmıştı. İngiliz yazar, sanat eleştirmeni, ressam John Berger. Kim bilir kaç kişiye hediye ettiğim Düğüne isimli romanıyla tanıyıp sevdiğim John Berger. Dünyada bir yerde yaşamakta olduğunu bilmenin insana güç verdiği John Berger. İstanbul’dan Gelen Telefon isimli, Müzik Eşliğinde Bir Söyleşi altbaşlıklı bu minicik kitap, Berger’ın söyledikleriyle kalbimizde büyüyüp genişliyor. Söyleşi derken aslında bir “blind-test”ten söz ediyorum. Hey dergisinin deyişiyle “körebe.” Ama testten geçmenin ya da kalmanın hiçbir önemi yok. Önemli olan, sorular ve cevaplar.

 

İngiliz yazar, sanat eleştirmeni, ressam John Berger'ın dünyada bir yerde yaşamakta olduğunu bilmek insana güç veriyor.

 

 

Kitabın ismine uygun olarak, test Tom Waits’in Telephone Call From İstanbul şarkısıyla başlıyor. Daha uygun bir seçim olabilir mi?.. Berger diyor ki: “Tom Waits çok bütünlüklü bir insan. Ve şu çok paradoksal: Bir Tom Waits şarkısı duyduğunuzda onu derhal tanırsınız, sesini tanırsınız, kelimelerini tanırsınız. Ama onu derhal tanımanıza rağmen, o kendi benliğini silmekle meşguldür. Dile getirdiği hayat tecrübesine kendisini teslim eder, onun içinde kendisini eritir.” Ben, bu söylenenlerin aynen David Bowie için de geçerli olduğunu düşünüyorum, antrparantez.

 

Sonra Luke Haines’in The Oliver Twist Manifesto’su çalınıyor ve laf dolanıp Zapatista Marcos’a geliyor. Kiminle söyleşirsen söyleş, laf konudan sapar ve bambaşka bir yere gelir, ama Berger’da gelinen yerler, sözün ağızdan çıktığı kadar sıcak yerler hep. En büyük acılardan bahsetse bile toprağın teri kadar sıcacık yerler. “Zapatistlerin sembollerinden birinin salyangoz olması boşuna değil. Salyangoz yavaş hareket eder, fakat toprağın sesini dinler. Efsane o ki, insanın kalbine girebilen bir hayvandır. İnsanın kalbinin sesini dinler, sonra çekip gider, toprağa döner ve toprağa dinlediklerini anlatır.”

 

“Blind-test,” yapan için de yapılan için de çok keyifli bir şey bence. Ama Roll’unkiler (ha, bir de Wire’ınkiler) bambaşka.

 

Hepsini saymayacağım elbette ama söyleşide çalınmış şarkılardan biri de Cem Karaca’nın Ceviz Ağacı” John Berger bu şarkıyı dinlemiş filan değil ama ne gam. Laf Prag Baharı’na gelince, Berger 1969’da Prag’da olduğunu söylüyor ve bir Çek öğrenciden duyduğu ve o zamandan beri kulağına küpe olan bir sözü alıntılıyor: “Bizim tek derdimiz özsaygımızı, haysiyetimizi yitirmeden yaşamak.” Berger’ın kulağına küpe olanın, benim kulağıma küpe olmaması için bir neden göremiyorum.

 

Janis Ian hariç, erkek sesleri duyuluyor bu söyleşide, ama sesin tonu hep “insanı kucaklayan, sarmalayan, bağrına basan” cinsten.

 

Bu söyleşiyi, bence, Roll’un yeni bir sayısı çıkmış gibi okuyun.

 

 

 


 

 

* Görsel: Uğur Altun

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.