Albert Einstein’ın beyni, 1955’te, ölümünden yedi buçuk saat sonra kafasının içinden çıkarıldı. Tartıldı, ölçüldü, küçük parçalara ayrıldı, kıvrımlarının haritası çıkarıldı, fotoğraflandı. Beynin parçaları farklı patolojistler arasında paylaşıldı. Bu parçaların bazıları kayboldu, bazıları yıllar sonra alkol dolu iki kavanozun içinde bulundu. Einstein’ın, beyni üzerinde böyle bir incelemeye ölmeden önce onay verdiğine dair kesin bir bilgi yok. İnsanlığın gelmiş geçmiş en muteber beyninin sonu budur. Lütfen bunu evde denemeyin.
Ancak bunu evde deneyen biri karşınıza çıkarsa, hikayesini okuyun. Kitabın adı Maximilian Ponder’ın Muteber Beyni, yazarı J. W. Ironmonger. 2012 Costa "İlk Roman" Ödülü ve The Guardian “Not The Booker Prize” Ödülü adayı. Max Ponder’ın, kerameti, ve de muteberliği kendinden menkul beyni için son arzusu, ölü bedeninden ayrıldıktan sonra dondurularak saklanması. Çünkü o beynin içindeki her bilgi, her anı, her düşünce en ufak ayrıntısına kadar Max tarafından yazıya döküldü, kataloglandı, indekslendi. Max, bu projeye 21 yaşında başladı ve beyni yeni anılar, bilgiler, haberler ve icatlarla kirlenmesin diye inzivaya çekildi. 30 yıl sonra öldüğünde, beyin kataloğu hâlâ bitmemişti, işte bu yüzden katalog, bozulmadan saklanacak beyniyle birlikte bir bütün oluşturacak.
Kafa kesmek, beyin dondurmak berbat işler, ama birinin yapması gerek. Bu işi yapacak kişi, Max inzivadayken dış dünyayla olan tek bağlantısı, çocukluk arkadaşı Adam. Adam, aynı zamanda kitabın anlatıcısı. Max’ın kataloğa yazdıkları, Adam’ın anılarıyla birleşiyor ve ortaya birbirinden farklı iki karakter, eksantrik bir aile, Afrika’da başlayıp İngiltere’de biten bir arkadaşlık, sömürgecilik ve İngilizliğin eleştirisi, bir de hafızanın felsefesi çıkıyor.
Fırsatçı Adam ile gereksiz Max
Adam, masum bir anlatıcı değil. Görünüşte hayatını Max’e adamış bir karakter. Ya da aşırı soğukkanlı manyağın teki. Bütün hayatını Max’i bekleyerek geçirmiş, sabırlı ve görünmez bir şekilde Ponderların aile dramındaki figüran rolünü üstlenen yedek oyuncu. Üstelik bu şekilde zengin de olmuş. Belki de sadece bir dipnot. Max’in nereye sürüklendiğinin farkındaysa, tamamen suçsuz olduğu söylenebilir mi? Psikotik bir münzevinin kendi canına kıyma ve hatta kendi canını bir başkasına kıydırma tehlikesi içinde olduğunu neden kimseye anlatmadı? Adam karakteri, hikayenin başkahramanı olmak isteyen bir figüranın ego tatmini. Adam, yoksa bir nevi yetenekli Bay Ripley mi?
J. W. Ironmonger, Adam’ın temsil ettiği fedakar figüran kılığındaki çalışkan, fırsatçı, yeni devrin adamı karakterini, Max’te canlanan Turgenyev’in “gereksiz adam” tiplemesiyle çarpıştırıyor.
Max, Afrika’da sömürgecilik sayesinde büyük servet yapmış eksantrik ailenin, çalışmak ve bir şey üretmek zorunda olmayan mirasçısı. Max, aynı zamanda bu tarz İngilizliğin tükenişinin kurbanı ve sembolik olarak günahlarını ödeyen son ferdi. Bir dönemin aristokrasisinin tedavülden kalkması ve yeni oportünist bir sınıfın doğması var Max ve Adam arkadaşlığında.Yazar Ironmonger, Afrika’da doğup büyümüş. O nedenle, siyahlarla beyazlar arasındaki uçurumun tarihsel bir gerçeklik olduğu benzersiz coğrafi ve toplumsal koşulları, Ponder ailesinin doğal hegemonyalarının tadını İngiliz tarzında doyasıya nasıl çıkardığını, üstelik bunu tropik iklimin cömert nimetleri ve önlerine serilmiş sınırsız kaynaklar eşliğinde yapmalarını kendi çocukluğundan anılarla süsleyerek anlatmış. Afrika gerçeğinin hüznü, vahşeti ve çocukluk saflığı var bu bölümlerde. Kitabın en iyi yazılmış bölümleri.
Takıntılı bir şekilde beyninin içindeki bütün verileri kataloglamak, Max’in “gereksiz adam” olmaya isyanı, yok olan ailesinin tamamen silinmesine karşı duruşu, kaderindeki ölüme meydan okuyuşu. İşin acıklı kısmı, Max’in hayatının başyapıtı bu kataloğun bir işe yaramayacak, değersiz bir şey oluşu. Bu, Max’in ölümünden bile acıklı.
Tabula rasa ve çaya bandığımız bisküvi
Katalog, belki Max’i “gereksiz adam” olmaktan kurtarmıyor ama J. W. Ironmonger’a, roman boyunca, hafızanın bilimsel veriler toplamı mı yoksa bir hikaye anlatma biçimi mi olduğunu sorgulatan bir kurmaca tekniğine dönüşüyor. Yazar, argümanlarını John Locke, Proust ve Herakleitos’un savlarıyla destekliyor.
Çıkış noktası John Locke’ın tabula rasa dediği, boş bir zihinle doğup bütün bilgilerimizin öğrendiğimiz şeylerden geliyor olması. Hayatlarımızı dolduran ilk şey çocukluk deneyimlerimiz. Kişiliğimiz, karakterimiz, eğilimlerimiz ve inançlarımız böyle şekilleniyor. Ancak, Herakleitos’un dediği gibi aynı nehre iki kez giremeyiz. Çünkü ne nehir aynı kalır ne insan. Aynı mantıkla iki insan aynı maçı izleyemez. Sadece gözler, kulaklar, perspektif değil farklı olan, geçmiş bilgilerimiz de farklı. Mantık yürütmeye devam edersek iki okur aynı kitabı okuyamaz bile diyebiliriz. Bütün bunlar, neyi nasıl bilebiliriz sorusuna yanıt veriyor. Peki, bildiklerimizin ne kadarını, nasıl hatırlıyoruz? Hafızamız çizgisel değil. Kişisel zaman çizgimiz çok fazla yerinden kırılır.
Anında erişebileceğimiz gerçek hafıza, zihinsel bir ansiklopedi gibi. Hafızada bir yerlerde duran ama bulunmak istemeyen anı ve bilgiler ne olacak? Proustvari istem dışı bellek bu. Yaptığımız bütün konuşmalar, tanıştığımız bütün insanlar, duyduğumuz her şey, okuduğumuz her kelime. Bilgi, solan bir fotoğraf gibi zaman içinde aşınıyor belki ama hepsi zihinde duruyor. Ne kadarını canlandırabiliriz anı dediğimiz o kırılgan, narin, kısacık ömürlü kelebeğin? Düşünce süreçlerinin nasıl değişken ve tuhaf olduğunu, zihnin nasıl fevri, nasıl yanardöner bir şekilde oradan oraya uçuşup sonra alakasız konulara konduğunun farkındayız. Geçmişi hatırladığımız zaman, biz artık o kişi olmadığımız için anıları başka bir gözle hatırlarız; bu da güvenilmez bir anlatıcı yapar bizi. Önemli olan doğruluk değil, olayların ne olduğu değil, nasıl hatırlandığı. Bir anıyı, benzer deneyimlerden ödünç alınan genel detaylarla süsleriz.
Şükürler olsun ki bütün bu verilerin hepsine aynı anda erişemiyoruz. Ya her şeyi aynı anda hatırlasaydık, düşünsenize. Zaten çoğumuz, Proust’un bir buçuk milyon kelimesini okumuş olanlarımız bile, çaya bisküvi batırdığımızda, istem dışı bir tetiklemeyle kendi anılarımızı değil, Proust’u hatırlıyoruz.
Maximilian Ponder’ın Muteber Beyni, ne edebi bir Proust’a ya da Turgenyev’e öykünme, ne felsefi bir John Locke tabula rasa deneyi; bence bu kitap bir Wes Anderson filmi.
(Manşette kullanılan görsel çalışma Giordano Poloni'ya aittir.)
Yeni yorum gönder