Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir ‘uçurum yazarı’nın itirafları...



Toplam oy: 1757
Yukio Mişima
Can Yayınları

Derinlemesine bir analiz yapıyor Bir Maskenin İtirafları. Ölüm, yaşam, cinsel kimlik, modern yaşamla, zamanla hesaplaşma etrafında dönüyor. Biraz daha sadeleştirirsek, yaşamın kendisiyle insan gerçeğini karşı karşıya getiriyor. Tabii en önemlisi de, insan zihninin gidebileceği en uç noktalara kadar rahatsız edici bir yolculuk yaptırıyor okuyucusuna.

Yukio Mişimab, evrensel zemin üzerinde şekillendirdiği Bir Maskenin İtirafları’nda, Japon edebiyatının yanısıra, Japon insanının ruhuyla ilgili de bir fikir veriyor. Zira otobiyografik bir anlatıma da sahip olan kitap, her ne kadar yazarın yaşamından büyük izler taşısa da, Japon kültürü ve sosyal yapısının içinden sesleniyor.

Kitapta, henüz ergenlik dönemine yeni girmiş bir erkek çocuğuyla tanışırız. Söz konusu çocuk, iç dünyasıyla seslenecektir bize. Çocuğun iç dünyasına bizi  tanık eden anlatıcı, aynı tanıklığı kitap boyunca devam ettirecektir. Birinci kişinin anlatımından takip ettiğimiz eserin dolayımlayıcısı da aynı kişi olduğundan; dolayısıyla da, -anlatıcının bakış açısıyla tanık olduğumuz- olaylara, onunla arasındaki mesafenin çok yakın olduğu aradan bakarız.

Başlangıçta bir çocuğun gözünden tarif edilen dünya, hemen hızla, ergenliğe adım atmış, yetişkinliğe aday bir gencin dünyasına dönüşür. Yalnız, tüm bu anlatılan dünyanın psikanalitik bir öze sahip olduğunu belirtmekte yarar var. Büyümekte olduğu için, biyolojik, zihinsel dönüşüm geçiren bir insanın -yaşadığı ortamın şartlarından da bağımsız olmayan- temel sorunsallarına odaklanan yazar, varoluşla ilgili kaygıları bir hayli canlı tutar. Zira aynı zamanda kitabın kahramanı da olan anlatıcı, gündelik yaşamın, pratik, reel akışın ritmine uymayan “güçsüz” bedeni ve kaygılarıyla yaşam karşısında bir hayli güç durumdadır. Zihninin kendisine yaşattıklarıyla, günlük yaşamın -bazılarını pek de rahatsız etmediği görülen- gerçekliği karşısında bir çatışmalar dizisi yaşayacaktır.

Yanılsamalı bilinç...

Öte yandan, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına gelinmiş, savaş, tüm dünyada bir yıkım yaratmıştır. Kitapta anlatılanları söz konusu yıkımın içinden gelen bir ses olarak da niteleyebiliriz. Zaten anlatıcının sesiyle Hiroşima’ya atılan atom bombasının sesi ve daha bir çok felaket sesleri birbirine karışacaktır. Ama bu sesler çok cılız seslerdir. Bir benliğin iniltileri daha baskındır. Aşk, cinsel kimlik, ölümle yaşam arasında gidip gelme ön plandadır. Ön planda görünenler, metafiziksel bir arka plan olarak hissettirse de kendini, duyduğumuz ses, yıkıntının eşiğine gelmiş bir dünyanın biçimlendirdiği benliktir ne de olsa. Ama bu arada, günlük rutinler her şeye rağmen devam edecektir.

“1944 Eylül’ünde, savaşın bitmesinden bir yıl önce, çocukluğumdan beri gittiğim okulu bitirip üniversiteye girdim. Babam bana seçim hakkı tanımadığı için hukuk okuyacaktım. Hoş, buna pek üzüldüğüm de yoktu, çünkü nasıl olsa savaşa katılıp öleceğime inanıyordum. Bütün ailemin de bir hava hücumu sırasında acınacak bir şekilde ölüp gideceği yine kuvvetle inandığım bir şeydi.

O sıralarda genellikle yapılan bir şeyi ben de yapmış, kısa bir süre önce askere çağrılan bir arkadaşımın öğrenci üniformasını alıp, ben de askere çağrılırsam üniformayı ailesine teslim edeceğime söz vermiştim. Üniformayı sırtıma geçirip derslere girmeye başladım. Bu arada hava hücumları artmıştı. Bir yandan bu hava hücumlarından olağanüstü bir korku duyarken, bir yandan da sabırsızlık ve tatlı bir bekleyişle ölümü özler gibiydim. Daha önce değindiğim gibi gelecek günler ağır bir yük gibiydi sırtımda.”

Kitabın adından da anlaşılacağı gibi, var olan gerçeklikle sürekli mücale eden, yarılma, yabancılaşma yaşayan bir benlik söz konusudur. Modern yaşamın gereklilikleri benlikle karşıt bir ilişki içindedir. Daha doğrusu anlatıcıyla özdeşleştirdiğimiz benlik, bu karşitlık içinde ızdırap çekmektedir. Diğer bir anlamda da, tanıdık bir zihin-ruh durumunun en uçlarda, yoğunlaşmış görüntüsüdür sergilenen. İnsanın kendi gerçekliğiyle, yaşamın gerçekliğine uyarlanma çabası ‘anlamsızlık’la sonuçlanacaktır.

“Zekamın gerçekçi yanı, inanmak istediğim bu sözde sevdanın yapmacıklı tarafını hissediyordu. Bu da korkunç bir zehir taşıyormuş kanısını uyandıran ruhsal bir gevşekliğe neden oluyordu. Bu fikri zorlama, beni boşluk duygusunun felç ediciliğiyle boğacak yapmacıklığa sürüklüyordu. Bundan kurtulabilmek için farklı türden bir hayale kendimi utanç duymadan kaptırıyordum. Bunu deneyince hemen canlanıyor, kendimi buluyor; kendimi yeniden garip, olağandışı hayellerle ateşliyordum.”

Japon edebiyatının Proust’u...

Karşımıza, ‘sapkın’ kurgularla boğuşan bir zihin durumu çıkar çoğu kez. Söz konusu ‘sapkınlığı’, yazarın da dönemiyle bağlantılı, dünyanın içinde bulunduğu durumla ilintilendiririz ister istemez. Adı geçen “Colosseum”, Hitler’in icraatlarını çağrıştırır niteliktedir.

“Bir kitapta gördüğüm resimle ilgili olacak; kafamda bir idam gereci yaratmıştım. İnsan biçiminde bir şeklin üzerine uçları yukarı gelecek şekilde sıralanmış bir düzine bıçağın bulunduğu kalın bir tahta, bir rayın üzerinden yavaş yavaş rayın bitimineki idam sehpasına doğru kayıyordu. Hiç ara verilmeden mekanik burguların insan vücutlarını deldiği ve elde edilen kanın tatlandırılıp konserve kutularına doldurularak piyasaya sürüldüğü bir de idam fabrikası vardı.

Kurduğum hayallerde sayısız kurban, elleri arkadan bağlı olarak Colosseum’a getiriliyordu. Bu hayaller gittikçe şiddetlendi, günün birinde delilik ölçüsüne vardı. Kurban yine eskiden olduğu gibi okul arkadaşlarımdan, göze batacak kadar güzel vücuda sahip gözde yüzücülerden biriydi.”

Cinselliği, en derin duyumsamaları şiddet ve ölümle yanyana düşünen bir zihnin ve ruhun dışavurumlarının betimlenmesi kitabın leitmotifi gibidir. Benzeri duyumsamaların, yine, modern yaşamın dışında kalmış “kaba” insanlarla hisseddildiğine tanık oluruz. “Gündüz caddeden aşağı inerken gözlerin hep gemicilere, erlere takılıyor. Tam senin zevkine uygun delikanlılar bunlar, tam da senin sevdiğin yaşta hepsi, üstelik güneşte yanıp esmerleşmiş, zeka izinden yoksun delikanlılar.”

Yukio Mişima için Japon edebiyatının Marcel Proust’u diyebiliriz. Yazarın yaşamından izler taşıyan, otobiyografik bir anlatıma sahip olduğunu daha önce de belirttiğimiz kitap, benlik ve yaşamın pratik gerçekliği arasında var olan çatışmanın uzandığı -Proust’un daha önceden görünür kıldığı- alanlarla paralellik gösteriyor.

Çağdaş Japon edebiyatının “en önemli” yazarı olarak kabul edilen Yukio Mişima, aristokrat ve zengin bir aileye mensup değildir. Ama aristokratların yararlandığı eğitim ayrıcalığına sahip olur. Yaşamı boyunca hastalıklarla boğuşasa da, bütün bunlar Mişima’nın başarılı ve sevilen bir yazar olmasını engellemez. Kitapta betimlenenlerle, yazarın hayatı arasındaki geçişme; kitapta dokunaklı bir biçimde göze çarpan ‘ölüm’ teması, hayatını intiharla sonlaması gerçeğine de denk düşüyor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.