Biyografi ve hatırat seven hatırı sayılır miktarda bir okur kitlesi vardır. Batı yazınında önemli bir yeri olan bu türün bizde hak ettiği payı aldığını söylemek pek mümkün değil. Ancak eskisine göre gelişmeler var. Özellikle 90'lı yıllardan itibaren burjuvazi niteliklerini ucundan kıyısından kazanmaya başlayan sermaye sahiplerinin biyografilerini süslü baskılarla yayımlamaya başlamaları bir moda oldu. Buna bir tür kendi resmi tarihini yazma çabası olarak da bakılabilir. 2000'lerde ise iş dünyasının emekli “efsane” profesyonelleri sıra aldılar. Çok sayıda olmasa da art arda anılarını yayımlamaya başladılar. Tarihe olan merakın son dönemde artması ile bir zamanlar yayımlanmış ama kıyıda köşede kalmış biyografiler de kurcalanıyor. Bu biyografilerden yararlanılarak yazılan bir tür derlemeler ya da yeni biyografileri de görmeye başladık.
Gazeteci yazar Ümit Bayazoğlu 2004'te “bir çeşit sivil ansiklopedi teklifi” olarak tanımladığı “portreler galerisi”nin ilk cildini Uzun, İnce Yolcular: 37 Portre (YKY) başlığı ile yayımlamıştı. Aras Yayıncılık'tan çıkan Hatırda Kalmaz Satırda Kalır: 58 Portre ile bu sivil ansiklopedinin ikinci cildine kavuştuk. Bayazoğlu sıra dışı bir gazeteci. Salt ana akım medyayı takip eden okurların muhtemelen hiç karşılaşmadığı bir isim. Bu kitabın başlangıcında 13 yaşında iken bir kasaba matbaasında “Düğün Davetiyeleri ve Kartvizit Editörü” unvanı ile mesleğe başlangıcını anlatıyor. İlk manşetini 15 yaşında atıyor: “Makam arabasıyla devri saltanat!” Ancak patronu haberine el koyuyor ve kendi imzası ile yayımlıyor. Ancak patron için bunun bedeli çok ağır olur. Bu ağır bedel nedeniyle Bayazoğlu o kadar çok korkar ki bu korku nedeniyle, “meslek hayatım boyunca bir daha hiç manşet olamadım,” der.
Özalizm ile yeni bir gazeteci tipi zuhur etti: Patron gazetecisi. Mesleki hayatlarını patronlarla geçirip onların büyük başarılarını, yeni yatırımlarını, hayır işlerini yazan, ekonomi sayfalarında köşe sahibi olan güya gazeteciler. Kimin ne kadar yazılacağını da reklam anlaşmalarının belirlediğini tahmin etmek için dâhi olmaya gerek yok. Bayazoğlu ise sokağın, yoksul ve karanlık sokağın, o sokakların düşmüş şöhretlerinin ya da isimsiz kahramanlarının gazetecisi olmayı bilinçle tercih etmiş bir alternatif olarak çıkıyor karşımıza. Bu yazıyı okuyanların belki de çoğunluğunun ismini duymamış olmasının nedeni de budur.
Tarzan Toma, Çanakkaleli Baudelaire, Karıncaezmez Şevki...
Çizim: Dünya Atay
“Ansiklopedi”nin ilk cildinde bize aralarında Tarzan Toma, Pandora, Zennube, Nana, Seher Şeniz, Benli Belkıs, Ergüder Yoldaş, Çanakkaleli Baudelaire, Karıncaezmez Şevki, Hippiler Kraliçesi Perihan-Hippiler Kralı Yener gibi isimlerin olduğu portreleri tanıtıp, onları tarihin o harabe (ve artık kentsel dönüşüme uğrayarak tamamen yok olan) fakir odalarından, sahipsiz mezarlarından çıkartmıştı. İkinci cilt yine çok iyi bildiğimiz isimlerin pek bilmediğimiz yönleri ve çoğunluğunu hiç tanımadığımız isimlerin öyküleri ile devam ediyor. “İçki Sofrasında Atatürk ve Müzik” bölümünde Atatürk'ün yaşantısında müziğin kapladığı yeri öğreniyoruz. 1928'de bir sabaha karşı, Sarıyer'deki bir yalının balkonundan orkestranın çaldığı ezgi eşliğinde aşağıda toplanan halk ile birlikte “Bir bahçeden bir bahçeye salla yemeni” şarkısını yemenisini sallayarak söyleyen Atatürk! Anadolu yakası sakinleri Erenköy'deki Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'ni ve içinde yer aldığı küçük çam ormanını bilirler. Peki o ormanı çocukluğundan beri ağaç dostu olan bir kadının, Fevziye Çamsever'in, tek tek topladığı binlerce çam kozalağını, önce fide haline getirip sonra yine tek tek dikerek oluşturduğunu kaç kişi bilir? Sultan Abdülmecid'in Osmanlı hazinesini çöküşe sürükleyen eşi Serfiraz Hanım'ın müsrifliği ve ahalinin diline düşen çapkınlığı ve kaçamakları ise herhalde tarihimizde rakipsizdir. Hüseyin Rahmi Gürpınar'ın en azından ismini duymamış mürekkep yalamış kimse yoktur; peki onun “çok güzel reçel, likör, dondurma” yaptığını, “ama asıl şöhretini dantel, oya, tentene, kanaviçe, tığ işi gibi el sanatlarında gösterdiği marifetten” kazandığını kaç kişi bilir? Hüseyin Rahmi'nin, müze olması için resmi kurumlara devredilen evinin hikayesini ise okumasanız daha iyi. Türkün tarihi ve kültürel değerleri ile imtihanı! Tıpkı Fevziye hanımın hastane ormanı içindeki evinin kaderi gibi. “Bat dünya bat!”
Ressam Kuzgun Acar'ın adının hikayesi de iç burkucu. Ancak kitaptaki en fantastik öykü ödülünü Arif Dino'nun I. Dünya Savaşı'nda ailesi ile birlikte savaştan kaçmak için “sığındıkları” Cenevre'deki sarayda gerçekleştirdiği “Alcantara Kekliği” öyküsüne veriyorum: “Alexandre Dumas'nın meğer bir yemek kitabı varmış, Arif Dino 1850 tarihli bu kitapta Alcantara Kekliği adında bir İspanyol yemeğine rastlamış. Bunu son derece ilginç bulup, yapmak üzere kolları sıvamış.” Ama öyle böyle bir süreç değil; okumak gerek.
Portrelerin en ilginçlerinden birisi de Sultan Abdülhamid'in, Vahdeddin'in, hanımlarının, şehzadelerinin, sonra da Atatürk'ün, İnönü'nün diş hekimliğini yapmış olan, gerçekten hekim olup olmadığı da müphem olan Dr. Sami Günzberg. Bayazoğlu kendi kişisel geçmişinden isimlere de bir selam yollamaya, vefa göstermeye devam ediyor. “Eight, nine, ten Deli Ayten,” Bursa'nın Kamberler mahallesine heykeli dikilmiş olan bir kadıncağız. Böyle tuhaf bir ülkedeyiz işte; Hüseyin Rahmi'nin canım köşkünü yağmalayanlar da var içimizde, bir mahalle delisinin heykelini dikenler de.
Kimileri için süreç, kitabı okuduktan sonra bitmeyecek. Bazı isimler hakkında daha fazla okuma ihtiyacı duyulacak ve metinde referans gösterilen anılara, biyografilere doğru yeni bir macera başlayacak. Benim okuma listeme 15 civarında kitap eklendi bile. Sonra ne olacak? Sonra da o kitaplardaki referanslarla kim bilir başka hangi dünyalara açılacağız.
Son söz Aras Yayıncılık hakkında; yayıncılığı bu kadar ciddiyetle, profesyonelce yapan başka yayınevi var mı bu ülkede? Eksiksiz künye sayfaları, şiir kitaplarına bile koydukları “dizin”leri ile alkışı hak ediyorlar. Darısı çevirdikleri kitabın orijinal ismini dahi yazmaya tenezzül etmeyen ya da aklına getiremeyen sözde yayıncıların, yayınevlerinin başına.
Ali İhsan'a (sabitfikir'e) çok teşekkür ediyorum. Çünkü o kitaplarımı "gerçekten okumuş". Halbuki kitabın sadece önsözünü ve bir de arka kapaktaki tanıtım yazısını okuyup (yani kitabı okumadan) eleştiri yazanlar var. Gazetelerde ve dergilerde okuduğunuz kitap tanıtım yazılarının çoğu böyledir. Ama ben şanslıyım; sabitfikir'de hakkımda çıkan yazıdan sonra artık kimse adımı bile anmasa umurumda olmaz. Bu isabetli tahlil kahramanlarımın ruhunu da okşamıştır her halde. sabitfikir yalnız kitapların hakkını vermemiş, bunları basan yayınevini de övmüş: "Son söz Aras Yayıncılık hakkında; yayıncılığı bu kadar ciddiyetle, profesyonelce yapan başka yayınevi var mı bu ülkede? Eksiksiz künye sayfaları, şiir kitaplarına bile koydukları “dizin”leri ile alkışı hak ediyorlar. Darısı çevirdikleri kitabın orijinal ismini dahi yazmaya tenezzül etmeyen ya da aklına getiremeyen sözde yayıncıların, yayınevlerinin başına."
Yeni yorum gönder