Meksikalılar tarafından yönetilen Kaliforniya, Meksika ve Amerika Birleşik Devletleri arasında yaşanan savaştan epey değil tamamen yorgun çıkmıştı. Her savaş gibi bu da pek çok şeyi değiştirmişti ama en önemli etkiyi bölgenin tarihi ve yöre insanlarının talihi üzerinde yapacaktı.
1846 yılında, Meksika ile Amerika’nın savaşının hemen ardından kurulan Kaliforniya Cumhuriyeti o zamanlar kendi kaynaklarının farkında olmadığından olsa gerek, ya da bambaşka bir nedenden dolayı apar topar Amerika Birleşik Devletleri ile birleşme müzakereleri başladı. Haliyle bu müzakereler olumlu sonuçlandı ve böylece Kaliforniyalılar, Amerika'dan bağımsız olarak dünyanın en büyük ekonomilerinden birinde yaşıyor olma ayrıcalığını da kaybettiler. Gerçi şimdi yaşadıkları yer de hiç fena değil ama yine de kayıp kayıptır değil mi?
Kaliforniya’nın Amerika Birleşik Devletleri’ne katılmasının ardından 1848'de bölgenin altın yönünden fazlasıyla zengin olduğu ortaya çıktı. Aslına bakarsanız yukarıda bahsettiğim ve savaşın sonunun erken gelmesini sağlayan belirsiz sebep tam da buydu; zengin altın yatakları… 1849 yılında Sierra Nevada'nın dağlarında altın bulma yarışı başladı… Ve işte bu dönem başta Amerika ardından da dünya tarihine “Altına Hücüm” adıyla geçti. Kolay yoldan zengin olmak isteyenler, servetlerine servet katmanın yollarını arayanlar, kovboylar, işsizler, haydutlar, fahişeler, kısacası aklınıza gelecek tüm insanlar, içinde azıcık maceracı ruh taşıyan tüm Amerikalılar altın bulmak için yollara döküldü. Yola çıkan her insanın yaptığı gibi onlar da çıkınlarında bir sürü anı biriktirip geçtikleri yerlerde türlü türlü hikayeler bıraktılar…
Bu dönemi vaktiyle Charlie Chaplin'den dinlemiştik ve çok eğlenmiştik. Şimdi aynı dönemi neredeyse mülkiyet kavramı kadar eski mesleklerden birini icra eden 'insan öldürme' erbaplarından dinliyoruz ve bir çift kiralık katil bize “Altına Hücum” döneminden kalma bir hikaye anlatıyor…
Kiralık katillerimizden küçük olan, yani Eli adındaki katil, dönem hakkında bize bir dizi bilgeler de veriyor… Mesela insanların neredeyse tüm hayatlarını geride bırakıp altına koşmalarının sebebini şöyle özetliyor: Konuya “İnsanın kendini talihli hissetme arzusu” diyerek başlıyor Eli ve devam ediyor… “Talihsiz kitlenin başkalarının talihinin derisini yüzme ya da ödünç alma umudu; kaderini değiştirme umudu… Benim için talih hak ettiğin ya da kişiliğinin gücüyle yarattığın bir şeydi. Ona samimiyetle denk gelmen gerekirdi; hileyle, blöfle falan elde edemezdin… Fakat Kaliforniya beni bu konuda haksız çıkardı…”
Patrick deWitt’in Domingo Yayınları etiketiyle Avi Pardo tarafından Türkçeye çevrilen kitabı Sisters Kardeşler, iki katilin insanların altın çılgınlığı yaşadığı bir dönemde Kaliforniya'ya yolculuğunu anlatıyor. Kitap bir yol hikayesi gibi başlasa da öyle devam etmiyor. Bir dönemi rahvan giden bir atın üzerinde anlatıyor bize katillerimiz. Hatta sadece dönemi değil, çeşitli meslek gruplarından, çeşitli sınıflardan ve çeşitli yaşlardan insanları anlatıyor ve öylesine başarılı bir portre çiziyor ki kitap boyunca vahşi bir kasabada Sisters Kardeşler’in efsanesini dinliyorsunuz… Bir çift kiralık katil kitap boyunca okuru eğlendiriyor, şaşırtıyor ve bolca da hüzünlendiriyor… Ama onların hüznü değil bu… Dönemin hüznü çöküyor içinize, yani bir tarihin, talihli olmak isterken perişan insanların hüznü bu. Öyle iki gözü iki çeşme bir hüzün de değil, efkar sadece… Bir başkasının hayatına içlenmek gibi, tanımadığın birini özlemek gibi bir efkar… Sisters Kardeşler'in öldürdüğü kaçık bir altın arayıcısının annesine yazdığı kısacık mektubun efkarı belki de…
“Sevgili Anneciğim,
Yalnızım ve günler burada uzun. Atım öldü, can dostumdu. Bazen senin yemeklerini düşünüp kendime burada ne işim olduğunu soruyorum. Yakında eve döneceğimi sanıyorum. İki yüz dolar değerinde altın tozum var. Umduğum servet değil, fakat şimdilik işimi görür… Duman kokusu her zaman burnumda ve gülmeyeli çok uzun zaman oldu…”
İnsanların altının parlattığı nehirlerin hayalini kurarak geldiği kentte yaşadıkları düş kırıklıklarına bolca kurşun çıkıyor Sisters Kardeşler… Onları öldürüyor, soyuyor ve onların hayallerini çalıyorlar… Ama kitabın en eğlenceli ve en tutkuyla bağlanılan yanı da onlar. Çünkü yaşıyorlar, olabildiğine gerçek ve olabildiğine abi-kardeşler… Bu seçilmemiş arkadaşlığın tüm sıkıntılarını da tanıklıyorsunuz kitapta… Biri mesleğinde zirveye ulaşmak isterken diğeri pılını pırtısını toplayıp sakin diyarlara kaçmak istiyor, bu işlerden el ayak çekip kendi sonunu sessizce beklemek... Charlie babasını öldürecek kadar katı yürekli olsa da; eli, zorda kalmadıkça kimseyi incitemeyecek kadar yufka yürekli, hatta kazandığı parayla başkasına yardım eden, işe yaramaz bir ata bağlanacak kadar da romantik biri… Ağabeyi yolculuğun ve suçlu olmanın ayrıcalıklarını yaşarken o sadece ağabeyi istedi diye silah çekiyor ve ölmemek için ateş ediyor… Ama tüm bunları yaşarken ikisinin de aklını aynı şey karıştırıyor; Kaliforniya… Onlara göre Kaliforniya’nın havasında başka yerde olmayan bir şey var. Nehirlerden fışkıran altın elbette bunda önemli bir etkendi lakin Sisters Kardeşler altın için orada değillerdi. Onların yolculuğu patronlarına ihanet eden birini öldürmekten başka bir şey için değil…
Patrick deWitt'in kitabı Sisters Kardeşler geçen yılki Man Booker ödüllerinde finale kalmayı başarmıştı. Ama listenin favorisi olamamıştı. Çünkü ödüllere üç kez aday gösterilen Julian Barnes’ın bu kez eli boş dönmeyeceği belliydi ve sonuç herkesin beklediği gibi oldu. Sisters Kardeşler’i okuduktan sonra insan kitabın Man Booker’la süslenmiş olmasını istiyor ama emin olun böyle de pek bir afili duruyor…
Yeni yorum gönder