Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir cinayetin ve bir toplumun anatomisi



Toplam oy: 997
Murat Küçük
Horasan Yayınları
Lamekandaki Alevilik, Sünnilik, Bektaşilik, Hurufilik, Türkçülük ve Şeyh Bedrettin tartışmalarının niteliği, Kemal Tahir’in Devlet Anasından farksız...

İzmir yakınlarındaki bir Bektaşi dergâhında işlenen cinayetten yola çıkarak yüzlerce yıllık din ve mezhep kavgaları ile Osmanlının son demlerindeki etnik ayrılıkların siyasi ve toplumsal sonuçlarını işleyen Lamekan, gerçekten zengin bir tarihi geri plana sahip. Murat Küçük ilk romanında  -deyim yerindeyse- ‘araştırmacı gazetecilik’ mesleğinden bir hayli yararlanmış.



1967 yılında Mardin’de doğan Murat Küçük Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Gazetecilik Bölümü’nü bitirmiş. İzmir’de başladığı gazetecilik hayatını İstanbul’da sürdüren,  çeşitli dergi ve gazetelerde muhabir, redaktör, yazı işleri müdürü ve yayın yönetmeni görevlerini üstelenen Küçük’ün Alevi ve Bektaşi cemiyetleri üzerine yaptığı çalışmalar dikkat çekici.

 

 

Bektaşiler, Aleviler, Sünniler, Gayrimüslimler...



Başta da söylediğim gibi, Murat Küçük’ün araştırmacı yanıyla örtüşen bir roman Lamekan. Zaten romanın girişinde karşılaştığımız anlatıcı karakteri de yazarın kimliğini hatırlatıyor. Anlatıcı, İzmir’e restore edilmiş eski bir Bektaşi Dergâhı’nın açılış törenini izlemek için gelen genç bir gazeteci.  



Anlatıcı dedik, ama aslında anlatmaktan çok nakletmek onun yaptığı. Çevreyi dolaşırken bir mezar başında karşılaştığı yaşlı bir adamdan dinlediklerini aktarıyor. Ali Yakup Derviş diye bilinen yaşlı adam, mezarı başında oturduğu mürşidi Hilmi Baba’nın 1918 yılında bir cinayete kurban gittiğini söylediğinde, gazetecinin ilgisini çekmiştir. Sonra ardına düşer, hikâyesini dinler ve okuyucuyu Ali Yakup’un hikâyesiyle baş başa bırakır...



“Viran Abdal Dergâhı Postnişini Hilmi Baba 1918 yılı Ağustos ayının ikinci perşembe günü, Dergâh’ın alt yanındaki zeytinlikten geçen yolun orta yerinde ölü bulunduğunda henüz öğle vaktiydi! (...) Düşmanları kim veya kimlerse, onu köyde kaldığı gecelerin sabahında hep yaptığı gibi elinde bez torbası, başında mürşitliğe delalet eden yeşil tacıyla aheste aheste yürüyüp geldiği yolun kıyısında beklemiş, köprünün az ötesindeki zeytinliğin başladığı yerde çalıların ardında pusuya yatmışlardı. Issız yolda sesini duyan olmamış. Bedeni kanlar içinde, heybesindeki otlar yere saçılmış halde yolun ortasında öylece kalakalmış. Nice sonra odundan dönen Türkmenler bulmuş Hilmi Baba’yı. Katırlardan birinin sırtındaki odunu yere yıkıp, cansız vücudunu katırın sırtına yüklemiş yukarı çıkarmışlar. Yamaçta dervişler görünce kıyamet kopmuş! Katilini kimse görmemişti ama Hilmi Baba’yı şadırvanın gölgesine taşıyıp usulca sedirin üzerine yatıran dervişler ve o gün Dergâh’ta bulunan herkes cinayetin talebelerin işi olduğundan emindi!”



Roman işte bu cinayet ve cinayet nedeni etrafında ilerliyor. Ancak sadece ileriye doğru değil; Dergah’takilerin medrese öğrencilerinden şüphesinin kökenlerine inerken İslam tarihinin dört halife dönemine, Bektaşi inancının felsefi kökenini açıklarken Eski Yunan’a, Osmanlı’daki din ve mezhep çatışmaları üzerinden Şah İsmail’den tutun da, Şeyh Bedrettin isyanına temas eden geniş bir tarihsel arka planı var hikâyenin. Daha yeni zamanlara geldiğimizde Osmanlı’daki özgürlük hareketlerine, İzmir’in 20.yüzyılın başlarındaki kültürel ve politik hareketliliğine, bir özgürlük hareketi olarak başlayıp despotizme ‘evrilen’ İttihat ve Terakki iktidarına, Türkçülüğe, millyetçiliğe ve nihayet Cumhuriyetin ilk yıllarına değiniyor.



İzmir’de bir matbaada çalışırken okuduğu dergiler sayesinde benimsediği sosyalist düşüncelerle hayatı değişmiştir Ali Yakup’un. II.Meşrutiyet’in ilanıyla başlayan özgürlük ortamında İzmir’de faaliyet gösteren dergi çevrelerine karışmış, ilk Osmanlı-Türk sosyalistlerinden İştirakçi Hilmi ile ilk materyalist filozof Baha Tevfik’ten etkilenmiş, az buçuk Marx okumuş, materyalist bir dünya görüşünü benimsemiştir. Ancak Ittihat ve Terakki yasakları ve tuklamalar başladığında yakınlık duyduğu insanlar dört bir yana savrulacak, Ali Yakup’sa kılık değiştirip tesadüfen tanışıp sevdiği Hilmi Baba’nın dergahına saklanacaktır. Dergahta Bektaşi felsefesinden etkilenir Ali Yakup. Daha önce okuduğu felsefecilerle Bektaşilik arasında bir sentez, daha doğrusu kendisi için bir varoluş biçimi arar.



Öte yandan cinayetin faili olarak bir Rum genci yakalanmıştır. Aslında bu tutuklamanın ardında İttihatçıların meleketi kurtarmak aşkına sarıldıkları Türkçülük ideolojisi ve yabancı düşmanlığı vardır. Hilmi Baba’nın öldürülmesiyle en büyük desteğinden mahrum kalan Ali Yakup, cinayetin çözümünün kayıp bir kitapla ilgili olduğunu fark edecektir. Şeyh Bedrettin’in bütün ırk ve dinleri kucaklayan Erkannamesi ile.  Ancak kimliği açığa çıkacak, tutuklanıp işkence görecek, mütareke döneminde serbest bırakılacak ve babaevine dönecektir. Devir değişmiş, Cumhuriyet ilan edilmiş, dergâhlar kapanmıştır ama Ali Yakup’un aklı hala katilin kimliğinde ve kitabın akibetindedir...



Roman bireyi anlatır!



Karakteristiğini Da Vinci Şifresi romanında bulan tarikatlar, gizem ve cinayet üçgeni son yıllarda büyük ilgi gördü, Türkiye de dâhil olmak üzere pek çok ülkede taklitleri üretildi. Özetlediğim kadarıyla Lamekanın da aynı kulvara soyunduğunu düşünebilirsiniz. Ama Murat Küçük gerilim ve maceranın peşine düşmemiş, Tarikat Şövalyeleri’ni de Bektaşi dervişlerine adapte etmiyor. Bir cinayet etrafında biraraya gelen farklı ırktan, dilden, dinden, mezhepten insanları; onları ayıran ve birleştiren inançlarıyla birlikte tarihsel bir derinlikle romana katmak gibi iddialı bir yaklaşımı var. Uzmanlık alanından taşıdığı bilgilerle işin bir tarafını doğrusu iyi halletmiş. Yüzyılın başındaki İzmir’i, toplumsal bileşenleri ve mekânlarıyla, daha da önemlisi pek bilinmeyen yanları ve detaylarıyla canlandırma konusunda başarılı. Ancak bununla yetinmemiş ve üç yüz sayfalık bir romana sığdıralamayacak kadar çok şey anlatmaya koyulmuş.



Lamekanı, ele aldığı tarihsel olaylar ve felsefi tartışmaları ilgi çekici bulmadığım için değil, bunlar bireylerin hayatlarına yeterince yedirilmediği için eleştiriyorum. Roman kişilerinin kendi başlarına yaşarlıkları yok; başta Ali Yakup olmak üzere, romanda  öne çıkan her karakter söz konusu tarihin ve inanç biçimlerinin sözcüsü durumunda. Kısacası romanın kahramanları insanlar değil; olaylar ve düşünceler. Bireyi anlatan bir edebi tür olan roman sanatı için ciddi bir eksiklik.



Daha iyi anlaşılması için Kemal Tahir’in Devlet Ana'sı örneği ile açıklayalım: Devlet Ana romandan çok Kemal Tahir’in Osmanlı tarihi, toplumu, devlet biçimi üzerine yazdığı bir incelemeydi. Kemal Tahir görüşlerini roman kişilerini uzun uzun konuşturarak aktarmış ve gerçekten de Devlet Ana o yıllar Türkiyesinde edebiyattan ziyade savunduğu tezlerle tarihsel ve toplumbilimsel yanıyla tartışılmıştı. Lamekandaki Alevilik, Sünnilik, Bektaşilik, Hurufilik, Türkçülük ve Şeyh Bedrettin tartışmalarının niteliği de Devlet Anadan farksız. İnsanlar değil fikirler ön planda. Ancak başka bir benzerlik var ki Devlet Ana gibi Lamekanın da sıkılmadan okunmasını sağlıyor. Kemal Tahir kişiler arası diyalogların uzunluğundan doğabilecek sıkıntıları kendine özgü dili ve üslubuyla aşmasını bilmişti. Murat Küçük de kendine özgü rahat ve akıcı bir dil yakalamış. Diyaloglara döktüğü, zaman zaman polisiye kurguyla  hızlandırdığı tarihi ve felsefi meseleler hem kolaylıkla hem merakla okunuyor. Hele ki bu konulara ilgiliyseniz, yüzlerce yıl öncesinden günümüze kadar gelen ve hala çözümsüz kalan meselelerin ya da devlet(ler)in bu meseleleri halletme biçimlerinin benzerliğinin çok iyi sergilendiğini göreceksiniz.



Murat Küçük bireylere, olay ve düşüncelerin bireylerin hayatlarına yaptıkları etkilere biraz daha ağırlık verdiğinde çok daha olgun romanlar yazma potansiyeline sahip bir yazar.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.