Hikayelerle öğreniyoruz, hikayelerle kendimizi anlatıyoruz. Geçmiş algımız, hatıralarımız, hafızamız, eskiye dair bildiklerimiz ancak bir hikaye formunda zihnimizde yer alıyor. Kafamızdaki mükemmel tanışma ve ilk görüş ve buluşma denklemleri hikayede yerine oturduğunda âşık oluyoruz. Hikayesi olan bir aşk, bir ilişki kurguluyoruz. Gelecek tasavvurumuz, ümitlerimiz, rüyalarımız çoğunlukla mutlu sonla biten hikayeler. Yatağa götürdüğünüz afacan, lütfen diye yalvaran gözlerle bakıyor, “Lütfen bir daha anlat anne,” diyor, daha önce belki yüz kere dinlemiş olsa da aynı hikayeyi...
Bizi hayvan dostlarımızdan ayıran önemli etkinliğimiz hikaye etmek. İletişim demiyorum, çünkü onların da türlü şekillerde birbirlerini anladıklarını biliyoruz. Ancak anlatım, aktarım demek. Genetik değil, içgüdüsel değil, bizzat yarattığımız, parçadan bütüne dönüştürdüğümüz, tamamen bizim iletişim becerimize dayalı bir paylaşım biçimi. Biz insanlar dilsel faaliyetimizi geliştirdiğimizden beri (yani neredeyse yüz bin yıldır) her geçen gün daha karmaşık hikaye anlatma yöntemleri yaratmışız. Kuşaktan kuşağa sözle aktarılan efsaneler yazılı destanlara dönüşmüş. Nesir yetmemiş nazım diliyle anlatmışız. Günü gelmiş mutluluğumuz, acımız söze sığmamış, aşkımızı kaybımızı anlatmak için şarkı yapmışız. Söz ve ses az gelmiş; tüm bedenimiz hikayeye dahil olsun, derken dans etmişiz. Velhasıl her gün, her an hikayemizi anlatmak için başka başka formlar bulmuşuz. Ancak anlatı dili durmadan yenilense de hikaye baki kalmış.
Miguel de Cervantes'in ölümsüz eseri Don Quijote, roman dediğimiz modern anlatı sanatının ilk örneği kabul ediliyor. "Pastoral, pikaresk ya da şövalye romanı değil, yepyeni türde bir roman." Başı sonu belli, birkaç karakteri büyük ölçüde derinlikli olarak inceleyen, büyük bir hikaye anlatan ama aslında detaylarını anlattığı olaylardan daha fazlasını söyleyen yeni bir yazın dili.
Edebiyatla ilişkisi ilkin şiire yönelik gelişen Miguel, Cezayir'deki esaret günlerinde karnına bir lokma ekmek girsin diye, çarşıda üç beş kuruş sadaka için hikaye anlatmaya başlıyor. Hikayeciliğinin fikir babası da Miguel'in yeteneğine methiye düzen ve bu sayede kurtulacağını muştulayan, kronik iyimser Sancho Panza. Cervantes'in hikayelerindeki hayalperest yönü ortaya çıkaran ise, kendi gibi Cezayir'de esir düşmüş çamaşırcı bir kadın. İşinin ve hayatının berbat olduğundan yakınan kadın, "Yine de," diyor, "Genç, güzel, zengin aşıkların kötü kaderine ve aşk için ölmelerine gözyaşı dökerim. Kendi perişan hayatım için ağlamak istemiyorum. Genç adam, beni buradan al, başka bir yere götür; bana bu bok çukurunu, artık rüyalarıma bile giren bu kirli çamaşır dağlarını unutturacak bir yere. Benim bir hikayeden beklediğim şey bu." (s. 163)
Cervantes bir sahtekar mıydı?
Cervantes'in romancılığının başka bir dünyaya götürmek konusundaki ustalığını tartışmıyoruz artık. Fakat gelin görün ki Jaime Manrique'in romanı Cervantes Sokağı, büyük yazarın beş para etmez bir sahtekar, bir yalancı, bir düzenbaz olma ihtimalini de sorguluyor. Miguel'in baş düşmanı Luis Lara'nın anlatısında saygıyı hak etmeyen, yeteneksiz bir yazar var. Çok büyük bir başarıya ulaşan romanı da "beceriksizce gizlenmiş bir otobiyografi müsveddesi." Hayatın kendisinden ödünç alınmış vasat bir anlatı. (s. 54-55)
Miguel'in kendi anlattıkları da yazara öyle aman aman hayranlık duymamıza yol açmıyor. Ancak iş yaratmaya cüret ettiği karaktere gelince -son sayfalara doğru- takdir etmeye başlıyoruz. İstikbal ihtimallerinin iyi ve soylu bir aileden gelmeye bağlı olduğu bir çağda "birey olmaya cesaret etmiş biri" olacaktı Cervantes'in kahramanı. "Tüm hayalperestlerin arzuladığı gibi, farklı olmaya cüret eden biri," hayatını toplumun dayattığı kurallarla inşa edilen "hapishanenin dışında geçiren biri", "dünyayı değiştirecek ve kendi kaderini şekillendirecek kabiliyette olduğuna inanan biri." (s. 300-301)
Cervantes'in yeteneği, yarattığı karakterin özgünlüğü, kitabının değeri bir yana Manrique'in romanı bizi en çok dostluk-düşmanlık üzerine düşünmeye davet ediyor. Üniversiteye hazırlık okulunda tanışan Luis ve Miguel yirmi yaşına basmadan önce geçirdikleri o iki yıl boyunca kardeş gibi mutluluklarını paylaşmışlar, ruh ikizleri gibi aynı hayalleri kurmuşlardı. Luis'e göre dostlukları Aristoteles'in Nikomakhos'a Etik'te betimlediği faziletli ruh birlikteliğinin ta kendisiydi. Bu büyük sevgi Luis'in hayatını cehenneme çeviren bir nefrete ne kadar da kolay dönüşmüştü. Bütün mesele Mercedes'in aşkı ve kıskançlık mıydı? Yoksa Luis içten içe Miguel'in hep kendinden birkaç gömlek aşağıda kalmasını umut etmiş ve arkadaşının bir şiir müsabakasını kazanması sonun başlangıcı mı olmuştu? Luis baştan sona yerleşik düzenin temsilcisi gibi hareket etmişti. Ebedi karakter Don Quijote gibi kendi kaderini şekillendirmeye cüret eden alt tabakadan birini en büyük düşmanı bellemesi bundandı.
Romanın küçük bir bölümü hariç hep zıt kutupları temsil eden bu iki adamın bir gün gelip yazılacak iyi hikaye konusunda hemfikir olmalarıysa, dost-düşman ikileminin başka bir gizemi. Luis'e göre gelecekte "bütün o uzun, usandırıcı romanlar, ortada yalnızca özleri kalıncaya dek budanacak, böylece hikayenin tamamı bir avuç sayfada" anlatılabilecekti. (s. 55) Son nefesini vermesine çok az kalmışken Miguel de, gelecekte bir adam "benim yazdığım Don Quijote'nin ta kendisini, yalnızca hem birkaç sayfaya sığdırıp hem de kelimesi kelimesine yeniden yazmak gibi imkansız bir işi ustalıkla başaracak," diyordu. (s. 350)
Jaime Manrique'in romanı kehanet edilen kısa ve öz esere pek benzemediği için yazarı megalomanlıkla itham etmek yersiz olur. Fakat ilk sayfada hatırlatılan, zaten kolay kolay da akıldan çıkmayan Jorge Luis Borges'in "Don Quijote Yazarı Pierre Menard" öyküsüne ve elbette Borges'in kendisine bariz bir reverans yapıldığı aşikar. "O, başka bir Quijote yazmak değil -bunu yapmak kolaydır- Don Quijote kitabının kendisini yazmak istiyordu. Söylemeye gerek yok, özgün eseri kelimesi kelimesine yeniden yazmayı aklından bile geçirmiyordu; onun amacı kopya etmek değildi. Onun akıllara durgunluk veren amacı, Miguel de Cervantes'inkilerle- kelime kelime, satır satır örtüşecek birkaç satır yazabilmekti." (Yolları Çatallanan Bahçe, çev. Fatih Özgüven)
* Görsel: Dilem Serbest
Yeni yorum gönder