Baki’nin “Hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz, yazı hariç,” sözünü boşa çıkaracak acayip dönemlerden geçiyoruz. Sokak ve gerçek hayat Gezi Parkı’ndan beri gerçek anlamda “patlarken”, insanlar “Kitabı kapat, şiir sokakta” gibi sloganlar yazarken, hayat yazıdan çok daha şaşırtıcı biçimlerde ilerlerken, velhasıl mevzu Marx’ın “anlatılan senin hikayendir”inden “yaşanan senin hikayendir”e geçerken, edebiyat ya da yazının da eski tahtı (tabii böyle bir taht vardıysa) sarsılıyor. Açıkçası 31 Mayıs’tan bu yana okuma alışkanlığım değişti, yok oldu desem yeridir. Elime aldığım kitaplar “dışarıdaki” gerçek hayat karşısında sönük ve yersiz kaldıkları için kitabı kapatıp dışarı çıkmayı tercih ediyorum.
Dışarıda hayat “bangır bangır” ve olabildiğine tuhaf ve heyecan verici akarken, evde durup başka bir hikaye okumak insanı sürekli okuduklarını dışarıdaki hayatla kıyaslamaya itiyor. Son üç haftadır, kitabi kültür hayatı da diğer hayat alanları gibi durdu. Kriz ve “devrim” zamanlarında, hayata aslında çok da temas edemeyen korunaklı kültür hayatı altüst oldu. Etkinlikler iptal edildi; iyi de oldu belki. Neyse, bu başka bir yazının konusu. Bütün bunları şunun için söylüyorum: dışarıda cereyan eden “olabildiğine güzel” hayat karşısında, Mahir Ünsal Eriş’in Olduğu Kadar Güzeldik’i de biraz sönük kalıyor.
Eriş bu ikinci kitabında da, ilk kitabı Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde’dekine benzer bir rota izleyip, benzer damarları kurcalıyor. Taşrada yaşanan geçmişten, kıyıda köşede kalmış hayat kesitleri sunuyor. Tutunamayan karakterler için sayfada bir yer aralayıp gündelik hayat hikayeleri üzerinden bir geçmiş muhasebesi yapıyor. Mekan da yine Çanakkale ve Bandırma civarı. Böylece Türkiye’de film ve edebiyatta yeniden “in” olan taşra mevzusuna ve basit hikayelere dönme eğilimine bir katkı daha yapıyor.
Olduğu Kadar Güzeldik, Türkiye’de film ve edebiyatta yeniden “in” olan taşra mevzusuna ve basit hikayelere dönme eğilimine bir katkı daha yapıyor. (Fotoğraf: Aleksandras Macijauskas)
İkinci kitaptaki bazı hikayeler, ilk kitaptakilerin yeniden, o hikayelere dahil olmuş başka birinin gözünden yeniden yazımı gibi. Çok kullanılan bir yöntem bu. Ama tehlikeli bir yanı da var. Hikayede yeni kanallar açabildiği gibi, insanda yersiz bir “devam filmi” hissi de uyandırabiliyor. Misal, ilk kitaptaki “Çok Sıkılır Arkadaşı Ölen Çocuklar”, anlatıcının çocukluk arkadaşı Serkan’ın ölümünü çok naif ve Salingervari (ya da standart referansı bir kenara bırakıp buradaki muadili denebilecek Barış Bıçakçıvari) bir gizli derinlikle anlatıyor. İkinci kitapta ise aynı hikaye, Serkan’ın ölümüne yol açan genelev kahyası Kız Fikret’in gözünden anlatılıyor. İkinci versiyon, maalesef, ilk hikayeye nazaran zorlama ve yüzeysel. Aynı şey, ilk kitaptaki “Mektup Yazacak Gün”ün devamı olan “İşe Çıkılacak Gün”de de söz konusu. İlk öykü hırsızlık korkusundan mustarip orta yaşlı, hafiften entelektüel bir memurun hikayesiyken, ikinci hikaye aynı kişinin evini soyan, “kaybeden” bir üniversitelinin hikayesi. İlk hikayede olağan akışın içinde cereyan eden olağandışı bir kanal sahih ve inandırıcıyken, ikinci hikayede “acayip” bileşenleri bir araya getirme çabası gibi duran, zorlama bir “olağandışı” hal söz konusu. Bu hal, hikayedeki inandırıcı detay yoksunluğuna da yansıyor. Hırsızın Günlüğü’nü yazmak için belki de hakikaten hırsız olmak gerekiyordur.
Kitapta politik damarı ağır basan iki eski devrimci hikayesinin (“Kanatlarımız Olsa be Metin” ve “Stoper”) hakkını verip, bu kitabı ikna edicilikten uzak bir devam kitabı yapan diğer handikaplara da değinmek isterim. Birincisi, Eriş’in birinci tekil şahıs kullanması sanırım. Genelevde çalışan Kız Fikret’i anlatmak için onun hissi bir yana, diline de vakıf olmak gerekiyor. Yazar onun hislerini kendi diliyle aktardığında, ortaya bir olmamışlık çıkıyor. Yazan kişi mesela Oğuz Atay, Kafka ya da Adorno okumuş olduğunu hissettiren bir tonla (kendisi bunu fark etmiyor olabilir ama dil işte, bulaşıyor) yazarken, bu yazarları okumamış olması muhtemel bir karakterin dili ortaya çıkamıyor. Yazar o kişiye iade-i itibarda bulunmak yerine, tam tersine, o kişinin dilini de ele geçiriyor böylece. Ben bu handikapı en belirgin şekilde Orhan Pamuk’un Sessiz Ev’inde görmüştüm. 80 darbesi dönemini dört “farklı” karakterin ağzından, birinci tekille anlatma iddiasında olan Pamuk da, maalesef hepsine kendi dilini dayatıyordu. Nihayetinde de ortaya solcuların, faşist sağcıların, lümpen bir zengin çocuğunun ve hatta bir babaannenin benzer bir dille konuştuğu bir roman çıkıyordu. Gel de inan anlatılanlara. (Bu handikapın hiç olmadığı bir örnek için, mesela Faulkner’ın Ses ve Öfke’sine göz atılabilir.)
Anlatıcı sesin tekrarları
Hikayelerde beni rahatsız eden bir diğer şey de, hikayenin gidişatında hali hazırda açığa çıkmış olan durumların, anlatıcı ses tarafından tekrarlanması. Misal “Benim Adım Feridun” adlı hikayede birinin, anlatıcıyı başka biriyle, Feridun diye biriyle karıştırdığı hikayenin gidişatından zaten anlaşılıyorken, anlatıcının “Adam beni biriyle karıştırıyordu belli ki.. basbayağı Feridun sanıyordu,” diye belirtmesi bütün büyüyü bozuyor.
Eriş’in yöneldiği “gündelik kesit” olayını Barış Bıçakçı daha önce çok iyi ele almıştı. Naif, olağan ve açık uçlu hikayelerle insanda çok ağır darbelere yol açabiliyordu. Eriş’in hikayelerinde “kaybettiği” noktalardan biri de açık uçluluk yerine mutlak sonları tercih etmesi. Bu yüzden sanki naif fakat dört başı mamur birer kısa hikaye değil, bir roman özeti gibi duruyorlar. Sanki okura, hadi düşünceni, hissini, pılı pırtını topla da git diyen kesin sonlar, prematüre bir bitiş hissi yaratıyor. Aynı şey hikayelerde hep ortaya çıkan büyük kırılma anları için de geçerli. Hikayelerdeki detaylar hep bir büyük kırılma ya da trajik vakanın gölgesinde kalıyor. Kitap hafif rüzgarlardan beslenip, ağır meselelerden bahsedebilme ayrıcalığını da böylece ıskalamış oluyor. Uçuşmak ve yoğunlaşmak yerine, hantallaşıp ağırlaşıyor. Ölüm haberi veren o telefon hep devreye girmese de, gündelik hayatın hikayelerini sakin sakin dinlesek diye düşündüm sık sık.
Velhasıl, bu ikinci kitap, güzel bir ilk filme çekilen ortalama bir devam filmi gibi. Kelime oyunu yaparak söyleyeyim; İlk kitap “olduğu kadar güzel”di zaten, aynı kanalları azalmış bir maharetle kurcalayan ikinci bir kitaba gerek var mıydı, bilemedim.
Yeni yorum gönder