Dennis Lehane, Kanunsuz’da yine sinematografik üslubu ile bir filmin peşi sıra sahnelerini anlatır gibi yazıyor. Yirmi yaşının tüm uçarılığı ile karşımıza çıkan Joe ile, 1926 yılından itibaren Boston’dan başlayarak farklı coğrafyalardaki içki ve suç ekonomisinin tüm bileşenlerine tanık oluyoruz. Joe, aşktan da sabıkalı; Albert ile Joe arasında kalacak olan Emma, bu üçlü aşkın (ménage à trois) hangi kenarında durmayı tercih edecek? Joe’nun evreninde bağlılık yok, arkadaş da. “Ev var ama yuva yok.” Joe ile ebeveynleri arasında vücut bulan, bir tür boşluk, delik ya da mesafe giderek genç adamın tüm dünyasını ele geçirecek.
Karanlık şubat rüzgarlarında Joe ile birlikte suç/bela evrenlerinde maceradan maceraya koşarken, Kanunsuz enikonu bir aşk romanına dönüşecek sanıyoruz. Oysaki Lehane’in romana yedirdiği başka ikilemler, romanın merkezini zaman zaman ele geçirecekler, zaman zaman tekrar çeperlere geri dönecekler. Örneğin Joe’nun hapishanede yaşadıkları veya yeraltı dünyasındaki tanıklıkları Kanunsuz’u alıp götürecek diye düşünecekken sürpriz gelişmeler okuru defalarca darmadağın edecek. Joe ve başkomiser yardımcısı olan babası Thomas arasındaki iletişim ile sürekli cephe değiştiren ve baba-oğul arasında bir tür savaş ve güç çekişmesine dönüşecek mevzular, romanın çekirdeğinde önemli yer tutuyor. Freud, insan toplumunun ilk biçiminin, sert bir babanın tüm kadınları kendine ayırdığı ve yetişkin oğullarını yanından uzaklaştırdığı primal bir sürü olduğunu ileri sürer. Sürgün edilmiş erkek kardeşler sonunda babayı öldürmek için kolektif güçlerini kullanmışlardır; nitekim bu antik ödipal cinayet totemik ritüellerde kutlanmaktadır (bkz. Ann Game & Andrew Metcalfe, Tutkulu Sosyoloji). Denkleme Joe’nun 8 yılda bir görüştüğü –boksör, polis, sendika yetkilisi, iş adamı, şerif yardımcısı, dublör ve çiçeği burnunda bir yazar olan– abisi Danny de dahil olunca, Kanunsuz üzerine söz söylerken Freud’u çağırmamak pek mümkün değil. Bu zor erkek cehennemlerinden dışarıya, derin yaralar almadan çıkabilmek de...
Gecenin kendi kanunları
Kanunsuz, özgün adının da (Live By Night) vurguladığı üzere, tam anlamıyla bir gece romanı. İçinde diş yüzen kan gölleri, kırık kaburgalar, içki savaşları, gece göğü sarıya boyayan rom kamyonları derken bu zincirleme olaylardan bir gündüze, güneşe ulaşmak çok zor. Yeraltı adamları kana susadıkça kelimeler kifayetsiz kalacak, kötü haberler yaklaştıkça çocukluğunda verandaya bitki kökleri taşıyan Joe’dan bu naifliği korumasını beklemek imkansızlaşacak.
Özneler, mekanlar, nehirler değişse de akan kan sabit. Kara gökler, kara denizler geçse de Joe, tüm gölgelerinden arınıp “gerçek” bir yere varabilecek mi? Özellikle de babaların gölgesinden uzaklaşmak, erkek çocukların ölene kadar taşıdıkları belki de en büyük ağırlıkları. Freud’un belirttiği gibi, “ölü baba,” canlısından daha güçlü hale gelir… O zamana kadar fiili varlığıyla engellediği şeyler bundan böyle oğullarınca yasaklanıyordu (bkz. Freud, Totem ve Tabu). Bir erkek ilk olarak ne zaman ve nasıl özgür olur? Bir gün gerçekten büyüyebilir mi?
Gecenin kendi kanunları, gündüzün kanunlarından ne kadar da farklı. Hapishane kütüphanesinde Dumas, Dickens, Twain, Malthus, hatta Marx ve Engels’i okusa da Joe’nun yaşayacağı daha çok macera var. Nemli, güneşli sıcaklar, farklı hayatlar, başka trenler Joe’ya ilginç arkadaşlar ve masallar taşıyacak. Kanunsuz’da maceranın dozu hiç azalmıyor; sayfalar, olaylar arasında sürüklenmemek mümkün değil.
Adada bir akıl hastanesi
Orijinali 2012 yılında yayımlanan roman, Gecenin Kanunu adıyla beyazperdeye de aktarılır. Ben Affleck’in yönetip başrolünde oynadığı film, Dennis Lehane’in romanlarından çekilen Gizemli Nehir (Mystic River, 2003) ve Zindan Adası (Shutter Island, 2010) kadar güçlü olmasa da, izleyicilerine ilginç bir seyir sunmayı vaat ediyor. Film, romanın hakkını ziyadesiyle veriyor; oldukça hareketli, renkli, sürükleyici bir seyirlik... Ne kamera yerinde duruyor ne de karakterler. Sinema izleyicisini, salondaki koltuğuna çivilemek için, romanın tüm malzemesini kullanıyor Affleck.
Yine Lehane’in romanından filme aktarılan Zindan Adası’nda ise, dedektif Teddy Daniels ile ortağı Chuck Aule’ın ürkütücü bir akıl hastasının ortadan kayboluşunun peşine düşüp, alternatif terapilerin deneyimlendiği, adada bir akıl hastanesine geliyorlardı. İyi filmler, iyi kitapları hatırlatıyor hemen. Zindan Adası’nı izlerken, sık sık Frantz Fanon’un Siyah Deri, Beyaz Maskeler’i ile Yeryüzünün Lanetlileri geçti aklımdan. Eserleri sömürgeci-karşıtı (anti-kolonyal) psikiyatri ve psikopatoloji üzerine yazılmış en kıymetli metinlerden olan Fanon, “üçüncü dünya insanı”, “sömürgeleştirilen/öteki insan” üzerine değerli fikirler üretmiş, sadece 36 yaşına dek hayatta kalmış, Cezayir asıllı bir psikiyatrist aslında. İyi metinlerden tekrar iyi filmlere dönersek; gotik psikoloji ortamı ile esaslı “kara film” özellikleri sağlam şekilde bir araya gelince, üzerine bir de yönetmen Martin Scorsese’nin mahareti, Zindan Adası’nı unutulmaz filmler listesine ekliyor hemen. Tabii, yönetmen Affleck’in sinematografik tercihleri sebebiyle Gecenin Kanunu filminden beklentiniz o kadar yüksek olmamalı.
“Baba”nın tüm gölgeleri
Kanunsuz’da zemin o kadar kaygan ki... Her an çok güvendiğimiz bir karakter ölebilir; bir diğerinin ayağını kaydırabilir; mekanlar ve tüm durumlar saniyeler içinde tümden değişebilir. Yeraltı dünyasının ünlü “figürleri” hızla birbirlerinin yerlerini alırken, bazen de aksiyon-macera türünde bir video oyunu içerisinde gibi hissedeceksiniz. Bu romana başlayıp da yarım bırakmak, neredeyse imkansız.
Gözleri ve kesif cesareti yüzüne bir türlü sığmayan Joe, göle nazır otel odalarında ne arıyor? Oradan oraya savrulurken bir gün Joe da gerçekten büyüyüp babasının tüm gölgelerinden arınabilecek mi? Yenilip yutulamayan “baba” figürünün ağırlığı bu genç adamı nerelere sürükleyecek? Dünyanın kanı ortalığa saçılsa da, iklimden iklime bedeni uçuşsa da, kimi ağırlıklar pek bir yere gidecek gibi görünmüyor. En azından Joe gibiler için.
Görsel: Akif Kaynar
Yeni yorum gönder