İnsan kendine bir kuytu ararken bir bakar bir dağın dibinde öylece duruyordur, evrenin hikmetine bakınca kendinin kocaman bir hiç olduğuna inanmak istercesine. Evler ev olmaktan çıkınca dağlar yurt olur. Ve kendini ait hissettiği o dağın gölgesine, dünyanın yuvarlak olduğunu kanıtlamak istercesine, döner dolaşır yine gider yine gider insan. Sırtınızı dayadığınız bir dağ değil bir insansa eğer o insan gittiğinde sırtınızın tutulması artık makbuldür. Yalnızlık dedikleri şey belki de kocaman bir omurga ağrısıdır, bir keder sürekli oradan oraya taşınır durur.
Bazı metinlerin kendi içlerinde şiirden öte bir kederleri vardır, bir bulutun içerisinde sizi oradan oraya sürükler durur. Josefine Klougart’ın İkimizden Biri Uyuyor romanı adeta seyre dalınan kocaman bir bulut denizi. Bir pencerenin arkasında anlattıkça kendi varlığını azaltıp, yok olanların kederlerini arttıran bir kadının belki uzunca bir şiiri, belki uzunca bir veda mektubu ama kocaman bir iç sızısı. Yalnız olmakla tek başına olmak arasındaki o devasa uçurumdan konuşuyor Klougart, insana sağalttığı ve artık çok üzülmeden anlatabildiği gamının, kederinin kuyusunu anlatıyor.
Ölümle taçlanan bir hayat
Korkmadan bindiği boşlukta salınıp duran bir salıncağın üstünden bir öne bir arkaya gidiyor Klougart, zamansız bir metinle aklının içerisinden geçenleri bir kayıt cihazına konuşur gibi öylesine sakin sakin anlatıyor. Unutmak istercesine değil daha fazla ayrıntıyı hatırlamak için anlatıyor. Bir kadının kendinden başka bir sürü insanı görüp olanın bitenin herkes tarafından nasıl anlaşıldığını anlatmasını okuyorsunuz bu uzun mektubun içerisinde. Olan biten dediğimiz ise aslında hepimizin hayatında olan şeyler; ayrılık, kavuşmak, ölüm, yaşlanmak, çocukluk ve çocuk sahibi olmak, anneler, babalar, kız kardeşler, kadınlık, erkeklik ve insanlık halleri… Bütün bu kendince sıradan ama her daim izleri ve unutulmazları ve elbette eş değer olmayan sızıları ve sevinçleri olan meselelerin nasıl bir ömür ettiğini anlatıyor Klougart. Okuru kendisiyle hemhal ediyor, o yüzden romanı okurken sürekli ondan uzaklaşma arzusu yaratıyor kendisinde. İkimizden Biri Uyuyor, bir aynanın karşısına geçip kendi gözlerinizin içerisine uzun uzun bakma isteği doğuruyor.
Bir ölümle taçlanıyor anlatan kadının hayatı. Önce kocaman bir boşlukla baş etmeyi öğreniyor sonra hayatına yeni birileri geliyor ama bir türlü olduğu yerde olamıyor. Olduğu yerde olamamayı zamanla öğrenip, kanıksıyor. Herkesten kaçıp gidebileceğini düşünüyor ve sonra buna bir şekilde inanıyor ve sürekli gitme arzusu duyuyor. Bilindiği bütün hafızalardan silinme arzusuyla yaşıyor. Bir ölünün arkasından geride kalmak onunla beraber yaşanan bütün anıları artık tek hatırlayan olmak istemiyor. Hatırlamaktan yoruluyor. Uzaklara gidince kendinden de uzağa gider gibi oluyor ama uzaklar hep onunla kalıyor.
Bir kadın ve her şeyin hatırlanabileceği kadar uzun bir kış, bir kar yağışı altında zamanı durdurmuş Klougart, her gün bugünden geriye dününü seyreder olmuş adeta. Bir yolun kıyısında hiç durmadan yağan bir karın altında beklerken anlatılmış her şey. İnsanın kendisinden nasıl kaçamadığının romanı İkimizden Biri Uyuyor, terketmenin ve terkedilmenin romanı kocaman bir geride kalanın kendince hikâyesi.
Dağlar için herkesin herkes olduğunu dile getiriyor Klougart, doğanın kendi düzeninin içerisinde birinin diğerinden farklı olmadığı bir eşitlik olduğunu anlatıyor. Aşkta ve ailede asla hissedilmeyen adaletin doğada bir şekilde var olduğunu anımsatıyor. Oldukça lirik bir anlatımda varlığından şüpheye düşürdüğü bir dille yazıyor her şeyi Klougart, bedenini bir köşeye koyup aklının ve kalbinin içerisini dinliyor kocaman bir sessizlikle.
Josefine Klougart’ın metnine şiir ya da uzun bir mektup dememin nedeni başından geçenleri ve hissettiklerini sadece biri duysun ya da okusun diye yazmış gibi olması. Başladığı yerde durmayan bir anlatının içerisinde kullandığı dil oldukça süssüz bir şairanelikle kendi içerisindeki bir döngüde devam ediyor. Bir iç sesle her şeyi geride bıraktığı bir yolculuğa çıkmış Klougart, bütün evlerinden ve kendinden vazgeçip bir yersiz yurtsuzluğu benimsemiş. Yalnızlıkla ailesinin yanına gidip görünmeden yaşamaya başlamış. Kaybetmiş sonra yeniden kazandığını düşünüp yedek kulübesinde görmüş kendisini. Zamanla kendi elinden tutmayı öğrenmiş bir kız çocuğu olmuş o elin aslında hep kendi avucunun içerisinde olduğunu keşfetmiş. Kadınlığıyla başını derde sokup, öğrenilmiş ve çaresiz erkekliklerden kendini azat etmiş. Sonrası mı sonrası bu anlatının yazılabildiği kocaman bir yalnızlık olmuş.
Görsel: Erhan Cihangiroğlu
Yeni yorum gönder