“Ardıç ağacı kutsal kabul edilmiş bir bitkidir, uzun ömürlüdür. Tohumu nice hastalığın tedavisinde ve yemeklere koku ve tat vermek amacıyla da kullanılır…” gibi bir sözlük tanımıyla açılıyor Selçuk Altun’un Ardıç Ağacının Altında başlıklı yeni romanı. Kapağında ise, arka planında bir ardıç ağacı bulunan, Da Vinci imzalı bir portre olan Ginevra de’ Benci yer alıyor. Romanın ilk cümleleri de çoğu Selçuk Altun eserinde karşılaştığımız türden; ne kadar güveneceğimizi bilemediğimiz bir anlatıcının ağzından, tuhaf ve gizemli bir öykünün girişi olarak karşımıza çıkıyor: “Otuz yıllık karımın ölüm haberi geldiğinde metresimin otuzuncu yaş günü için Londra’daydım.” İşte bu unsurlar –kitabın kapağı, başlığı, ilk cümlesi– bize bu romanın omurgasını oluşturan detayları yansıtıyor. Bunları, anlam kümelerini bölümler ilerledikçe dolduracağımız birer şifre ya da ipucu olarak değerlendirebiliriz. Yazarın Sol Omzuna Güneşi Asmadan Gelme ya da Bizans Sultanı gibi romanlarının ilk baskılarında kullanılan kapaklarını hatırladığımızda, bu görsellerin romanın gizemli öyküsüne nasıl katkıda bulunduğunu da aynı şekilde hatırlayabiliriz. Ardıç Ağacının Altında, edebiyatı şifreleriyle ve kurguyu oyunlarıyla birlikte seven okurlar için nokta atışı bir öykü anlatıyor; kapağından son sayfasına kadar özenle yerleştirilmiş anahtarlarla, 270 sayfaya yayılmış ve birbirine sürekli göndermelerde bulunan anekdotlarla, sürprizlerle dolu bir yapboza dönüşen olay örgüsüyle, Altun’un okurlarını bu bağlamda şaşırtmayacak bir romanla karşı karşıya olduğumuzu söyleyebiliriz.
Diğer yandan bu romanın, kurgunun sadece başladığı ya da vardığı yerde değil, tüm ilerleyişi boyunca bizi şaşırtacak unsurlarla dolu olduğunu da belirtmek gerekiyor. Bir ölüm haberiyle başlıyor öykü. Anlatıcımız Erkan, eşinin ve sırdaşı olacak kadar yakın bir arkadaşının aynı arabadayken bir trafik kazasında ölmeleri sonucunda geçmişini sorgulamaya başlıyor. Tabii öncelikle bu kazanın iç yüzünü sorguluyor; bu iki kişinin aynı arabada can vermesine anlam vermeye çalışıyor. Kendisiyle yüzleşmek için bir yolculuk yapmaya karar veriyor ve içini, ruhunu bir ardıç ağacına açıp öyküsünü bu kutsal, uzun ömürlü, iyileştirici ağaca hitaben anlatmaya başlıyor. Bir günah çıkarma anlatısı diyebiliriz aslında buna; zira ardıç ağacı insana kendi kusurlarını gösteren bir aynayı, insanın kendi içine döndüğü bir kabuğu, kendi gölgesini izlediği bir duvarı simgeliyor adeta. O yüzden bir monolog değil, hayatı boyunca yanlışlar yapan bir insanın kendisiyle olan diyaloğu var karşımızda. Dış sese dönüşen bir iç ses de denebilir buna. Sonuçta, evini arayan, güzelliği ve erdemi bulmaya çalışan bir ruhun kendisiyle girdiği hesaplaşmanın öyküsü bu.
Kahramanımız tuhaf hayat hikayesini anlatmaya başladıktan sonra, oğlunun Amerika’da bir hapishanede olduğunu ve aralarında sıcak bir baba-oğul ilişkisi olmadığını öğreniyoruz. Zaten Erkan’ın da kendi ebeveyniyle sıkıntılı bir ilişki kurmuş olduğunu zamanla anlıyoruz. Daha sonra eşi Gizem’le olan ilişkisinin nasıl çatırdamaya başladığını öğreniyoruz. Erkan’ın anlatıcılığa soyunduğu ilk bölüm biterken, aslında ardıç ağacına açılma bölümünün de bittiğini anlıyoruz. “İçimdeki kaos söner sandım. Oysa özeleştiri yaptıkça battığımı hissettim,” diye dert yanıyor ve artık geçmişiyle farklı şekilde hesaplaşacağını ilan ediyor: “Katillerin cinayet mahalline dönmesi gibi ben de suç mahalline uğrayacağım.”
İkinci bölümde Erkan’ın oğlu Taner anlatıcımız oluyor bu kez. Baba-oğul ilişkisinin açmazları daha görünür olurken, Erkan ve ailesiyle ilgili yeni sürprizler çıkıyor karşımıza. Elbette Taner de merak ediyor tüm hikayeyi başlatan ölümcül kazanın mimarını. Öykünün gizemi, yan karakterler olan Zihni ve Ekrem’e ayrılan bölümlerle devam ediyor ama öykünün merkezindeki olayın çözümüne dair en önemli açıklamalar ve yeni sürprizler de bu iki bölüme ayrılan sayfalarda gizleniyor. Finalde tekrar karşımıza çıkıp başladığı öyküyü bitiren Erkan’ın amacı ise artık iyi bir insan olmak. Ardıç ağacıyla girdiği diyaloğun sonrasında yeni bir dönem başlıyor onun için; artık günahlarla cebelleşme vakti değil, iyiliği, doğruluğu, erdemi pratiğe dökme vakti. Acaba kendini kendine affettirebilecek mi? Geçmişinde yaptıklarının acısını, yaşlılığında sergilediği iyilikle çıkarabilecek mi? İşte bu sorular eşliğinde giriyoruz romanın son dönemecine.
“Hayal mahsulüdür, gerçekle ilgisi yoktur”
Yazarın Cumhuriyet Kitap’taki yazılarında uzun yıllardır yer alan “Küresel Kültürazzi” bölümlerinde gördüğümüz ve ilgiyle okuduğumuz bazı isimler ve onların hayatlarına dair inanılması güç gerçekler, bu romanda da yer yer karşımıza çıkıyor. Daha doğrusu, roman boyunca hikayesini kendi ağzından da dinlediğimiz kahramanımız Erkan’ın hayatı, başka tuhaf ama gerçek hayatlara da uzanıyor. Öyle ki, tanımadığımız takdirde kurgudan ibaret sandığımız karakterler, birkaç sayfa sonra ete kemiğe bürünüp bizi ters köşede bırakabiliyor. Hatta kimi zaman bu bir fotoğrafla da destekleniyor ve kurmaca ile belgesel anlatı iç içe geçiyor. Kahramanın anlatısı giderek gerçekliği daha belirsiz ama cazip bir hal alıyor. Ne kadarının hakiki, ne kadarının kurgu olduğunu bir teraziye koyamayacağımız roman, bu yanıyla diğer Selçuk Altun eserlerinden ayrılıyor. “Hayat romanlardan daha tuhaftır.” Ardıç Ağacının Altında, yazarın işte bu hakikate en çok dayanan romanı olabilir.
Romanın başlarında, Erkan’ın ardıç ağacına kendi ruhunu açmaya başladığı bölümlerde karşımıza çıkan ilginç tarihi karakterlerden biri, hayatın mı yoksa romanların mı daha tuhaf olduğunu düşündüren, efsanelere konu olan bir kişi: Rasputin. Bu tuhaf ismin öyküsünün nihayete erdiği yerde ise Rasputin’in konu edildiği bir filmden bahsediliyor. Bu filmde gerçek karakterlerin resmedildiğini, ama rencide olduğunu düşünen birinin açtığı tazminat davası kendi lehine sonuçlandıktan sonra, Amerikan film ve romanlarına “Hayal mahsulüdür, gerçekle ilgisi yoktur,” diye şerh düşüldüğünü anlatıyor Selçuk Altun. Ardıç Ağacının Altında için ise şunu söyleyebiliriz bu sözden hareketle: Hayal mahsulüdür, gerçekle ilgisi vardır!
Görsel: Muhammed Ali Üzen
Yeni yorum gönder