Küçükken oynardık. Bir iki üç, tıp! Birisi bana ilk defa oynayalım mı diye teklif ettiğinde, oyunu bilmediğim için kurallarını anlattırmıştım ve ne kadar da kolay oyunmuş demiştim içimden. Hoplamalı zıplamalı ya da hız gerektiren oyunlarda pek iyi olmadığım için işime gelmişti. E iyiymiş, hiçbir şey yapmıyorsun! Sadece beklemek yeterli. Fakat, sonra sonra insan anlıyor. Susmak zor, çok zor. İnsan söylemek istiyor. Acaba sansür, baskı, otoriter rejimler böyle mi deliniyor? Yasak da olsa, suç da olsa insan ne kadar susabilir?
Luz'a kim “tıp” demiş bilmiyoruz, fakat ciddi bir travmaya maruz kaldığını tahmin ettiğimiz, on bir yaşındaki küçük kızın ağzını bıçak açmıyor. “Anlat,” diyen herkese, söylemek istediklerini tam olarak aktarmasını umut ettiği anlamlı gözlerle bakan Luz, öte yandan büsbütün susamıyor da. Lotarya kartlarının verdiği ilhamla, kısa hayatından bir an’ı, bir duyguyu irdeleyen ufak notlar yazıyor. Adeta lotarya kağıtlarının yanına hafızasındaki bir polaroid fotoğrafı iliştiriyor ve geçen on bir yılını 54 karede anlatıyor. Zamansal ve kurgusal olarak bir ileri bir geri giden, atlaya atlaya ilerleyen anlatı, her biri kendi içinde anlamlı kısa bölümleriyle bir bloğu andırıyor.
Yaşadıklarının ardından bir psikolojik bakım merkezinde olan Luz, bizim “üçüncü sayfa haberi” diye tabir ettiğimiz, kendisinin “akşam haberlerinde duyduğumuz” cinsten dediği hikayelerden bir demet sunuyor. Merkezdeki tüm çocukların/gençlerin, başlarından “haber değeri olan” fenalıklar geçmiş olduğunu anlıyoruz. Dünya çapında, merkezinde sıradan insanların olduğu türlü kötülükler yapılıyor. Sanki bunlar hep başkalarının başına gelen olağanüstü şeylermiş gibi okuyup, izleyip geçiyoruz. Herkes kendi yaşadığı hayatı normalleştiriyor, alternatifsiz sanıyor. Başka hayatlar olduğunu idrak ve kabul etmek o kadar zor ki! Oysa Mario Alberto Zambrano'nun hikayesi bize sıradan olanın ve sıra dışının akraba, hatta iç içe olduğunu gösteriyor. Bütün alt orta sınıf, Katolik, göçmen, Meksikalı aileler gibi Castillo ailesi de pazar günleri iyi kıyafetlerini giyip kiliseye gidiyor; öğleden sonra dostlarıyla barbekü yapıp lotarya oynuyor, içki içip dans ediyor. Her evde vitrinin üstünde danteller, ebediyete havale edilmiş mutlu fotoğraflar, duvarlarda dini ikonlar oluyor. Ambalajlanmış aile hayatımız kusursuz. Ancak karanlık çökünce, kapılar kapanınca, gören gözler olmayınca içimizden canavarlar çıkıyor. Hafife aldığınız çimdikler, tokatlar, küfürler, göz açıp kapayıncaya kadar cinnete, şiddete dönüşüyor. Arada ne bir es, ne bir taksim; cennet ve cehennem yan yana.
“Kol kırılır yen içinde kalır”
Lotarya görmezden gelmeye çok yatkın olduğumuz başka bir gerçekle de yüzleşmemizi istiyor. Hayatlarımız aslında bir dizi bağımlılıktan oluşuyor. Doğduğumuz andan itibaren bağımlıyız. İlk bağımlılıklar o kadar masum ki kelimeyi kullanmak bile irkiltiyor: süt bağımlılığı, anne bağımlılığı... Fakat biraz büyüdükçe, tüm fazla tekrar eden davranışlarımız endişe sebebi oluyor, tenkit ediliyor. Televizyon bağımlılığı, internet bağımlılığı, kahve bağımlılığı, alkol bağımlılığı, uyuşturucu bağımlılığı... Aslında herhangi bir şeye bağımlı olmadığımız tek bir dönem yok hayatımızda. Söz konusu madde zararlı mı değil mi onun kararını başka birileri verse de bizim birey olarak bağımlı olmamamız mümkün değil gibi görünüyor.
Luz'un sessizliğini kendi kapalı toplumlarımızdaki (aile gibi küçük birimlerde ya da daha geniş cemaat içinde de) sır tutma, yalan söyleme ve kabul edilemez türlü davranışı meşrulaştırma pratiklerimizi de sorguluyor. Türkçenin en rahatsız edici tabirlerinden “kol kırılır yen içinde kalır” tam da Luz'un (ve diğer roman kişilerinin) trajedisini yansıtıyor. Bir sırrı saklamak zorundayken, birinin suçunu kabul etmek istemezken, kendi gerçeklik ve ondan da öte ahlak algılarımızı ne kadar eğip büktüğümüzü gösteriyor. Sevdiğimiz biri yanlış bir şey yaptığında, ilişki içinde bulunduğumuz güçlü-zayıf pozisyona göre, ya haddinden fazla tepki göster(ebil)iyoruz ya da hiçbir şey olmamış gibi sünger çekiyoruz. Luz'un iyi bir Katolik olan annesi, küçük kıza durmadan “unut ve affet” diyor. Çocuğun pırıl pırıl dimağı henüz bir şeyi unutacak kadar eskimemiş, ama kendine göre açıklamalar buluyor... “Babam kafasını başka tarafa çevirdiğinde, üzerinde babamın yüzünü andıran bir yüz var mı diye etikete bakardım. Bazı akşamlar gözleri kan çanağına dönerdi, böyle zamanlarda onunla birlikte içmek isterdim. Çok değil, bir yudum sadece, o olmanın nasıl bir şey olduğunu anlayabilmek için. Başka biri olmak ve hiç umursamadan bir şeyleri kırıp dökmek için. Kimseye vurmak veya kimseyi incitmek istemiyordum. Sadece nereden geldiğini anlamak istiyordum, yaptığı şeyleri neden yaptığını anlamak... Çünkü bütün bunları yapan babam değildi. Bunları şişedeki o adam yapıyordu, Don Pedro. Babamın kafasına ve kanına giriyor, onu başka birine dönüştürene kadar sarsıyordu...”
Bir kutu şekerleme gibi
Kitap, hediyelik eşya misali albenili, oyuncaklı. Cici bici şeyleri seven arkadaşınıza derhal göstermek isteyeceğiniz bir kutu şekerleme gibi. Her bir bölüm, çizimleri son derece albenili bir lotarya kağıdıyla süslenmiş (çizer ismi belirtilmemiş, anonimleşmiş klasik desenler herhalde). Kitabın formu da aynı bir iskambil destesi gibi. Beyaz kağıt kullanılmış ve resimler renkli. Ayrıca sayfa kenarları yuvarlanmış, karton kapağın iç kısımları ve bölümlerin arasındaki sayfalar, iskambil kartlarının sırtındaki geometrik çizgileri andırır şekilde resimlenmiş. Dolayısıyla ambalaja bakınca tam da Castillo'ların dış dünyaya vermeye çalıştığı sevimlilik mesajını alıyorsunuz. Fakat aldanmayın, içerisi bir o kadar kederli.
Yeni yorum gönder