Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir İstasyon Evde, Bir Adada



Toplam oy: 168
Kitaptaki ev, bir ikameti değil sığınağı akla getiriyor daha çok. Üniversitedeki işini kaybeden baş karakter Deniz, eski arkadaşı Nihal’in davetiyle başkent çevresinde bulunan bir adadaki “istasyon ev”e taşınıyor. Bu taşınma geçici, asıl niyet, Deniz’in hem kendine, hem de istasyon eve bir süreliğine göz kulak olması.

Birgül Oğuz’un 2012’de çıkan son kitabı Hah’ın ardından, nihayet, İstasyon geçtiğimiz yılın son döneminde yayınlandı. “Okullu” bir edebiyatçı olan Oğuz, İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki Karşılaştırmalı Edebiyat lisansı ve Kültürel İncelemeler yüksek lisansının ardından, Moda Sahnesi’nde edebiyat dersleri verdi. Bu kısa özgeçmiş, o meşhur “yapamayan yönetir derler” sözünü biraz evirip çevirerek “yapamayan öğretir derler” tezi üzerine düşünmeye itti beni. İstasyon, birbirinden çok farklı görünen o üç eylemi (edebiyat okumak, edebiyat öğretmek ve edebiyat yapmak) aynı potada eritti neticede. Fakat tek kıymeti bu değil.

 

Yazarın 2007 tarihli ilk kitabı bir öyküydü ve Fasulyenin Bildiği, Yaşar Nabi Nayır Ödülü’nü kazanmasıyla basılmıştı. Edebiyatın hem icra, hem eğitim kısmından oluşan bir hayattan, deyim yerindeyse edebiyatı merkezine almış bir yaşamdan yaklaşık on üç yıllık uzun bir sürede, hacmen hafif yalnızca üç kitap çıkmış olması tuhaf. Fakat özellikle, 2014’te Avrupa Birliği Edebiyat Ödülü’ne de layık görülen Hah’ın ağdalı üslubu ve ustalıkla örülmüş türlerarası biçemi düşünüldüğünde Oğuz’un yazdığından çoğunu sildiğini, dil üzerine fazlasıyla kafa yorduğunu çıkarmak mümkün. Fasulyenin Bildiği ve bence İstasyon için de aynı şeyleri söylemek zor, bunlar daha “doğrudan” metinler zira. Fakat İstasyon, değindiğim doğrudanlığı sürprizsiz bir tekdüzeliğe indirgemekten kurtulmuş, aksine, yalın bir anlatımla bu göstergeli metni her çeşit okur için mümkün ve anlaşılabilir kılmış: “Olanları berrak bir zihinle takip edebiliyorum ama yalnızca çok kısa bir süreliğine. Sonra bağlamı kaybediyorum ve garip düşüncelere kapılıyordum; olmamam gereken bir yerdeymişim, istemediğim bir şeye sahipmişim, sevdiğim bir şey kaybolmuş mu ne.”

İnzivai havayı bozan misafirler
Son dönem Türkçe edebiyatta çokça konu edilen “ev” meselesine İstasyon’da da rastlıyoruz. Fakat buradaki ev, bir ikameti değil sığınağı akla getiriyor daha çok. Üniversitedeki işini kaybeden baş karakter Deniz, eski arkadaşı Nihal’in davetiyle başkent çevresinde bulunan bir adadaki “istasyon ev”e taşınıyor. Bu taşınma geçici, asıl niyet, Deniz’in hem kendine, hem de istasyon eve bir süreliğine göz kulak olması. Birinci tekilden okuduğumuz anlatımda Deniz’in yazar-anlatıcı olmadığı açık fakat bir taraftan, yazarla ilişkilendirilebilecek bazı ipuçlarına da rastlıyoruz. Edebiyat dersleri veren Deniz’in, istasyon evde geçireceği bu sürede ders notlarını kitaplaştırmak gibi bir hedefi var. Ada’daki bu kitap yazmaya elverişli görülen inzivai hava, Deniz’in bir süre sonra hayatına giren terk edilmiş köpek Arkadaş ve evin ikinci misafiri olarak çat kapı gelen kız çocuğunun mevcudiyetiyle dağılıyor. İlginç olan, Deniz bundan şikayetçi değil. Zira kitabın ilerleyen bölümlerinde, bu ders notlarını kitaplaştırma işinden henüz başlamamışken vazgeçtiğini söylüyor. Bunun gibi beklenmedik anların sayısı çoğaltılabilir, Oğuz böylece belki de, okura hayatından çok detay sunmayan Deniz hakkında ne denli yanılmış olabileceğimizi hatırlatmaya çalışıyor.
“Bazen küçücük bir sarsıntı her şeyi bir arada tutanı yerinden oynatmaya yeter.”
Kitapla ilgili olay akışını aktarmak yerine, Deniz’in kısa sürede Ada’da hayatına girip çıkan herkesin bir biçimde ona dokunduğunu, Deniz’e geride bıraktıklarını hatırlattığına değinmekle yetinelim. Birgül Oğuz’un baş karakterine bu hayat muhasebesini bir istasyon evde, bir adada yaptırması akıllıca. İstasyon’un göstergelerle dolu bir metin olduğunu söylemiştik. Yazının başında değindiğim, metnin “tek kıymeti bu değil” derken ifade etmeye çalıştığım şeyi daha da netleştirelim şimdi: Birgül Oğuz bu kitabında, Hah’ın pek çok çevrelerce övgüler alan yoğun üslubunun artık geçmişte kalan bir yazara ait olduğunun altını çiziyor. İstasyon, Oğuz’un edebiyatı için pekala bir devrim sayılabilir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.