Yazma isteminin varoluşsal nedenlerinin kişiden kişiye değişmesinin karşısında yazdığını yayımlatma isteminin nedenleri daha nesneldir kanımca. Kişinin adını, sözgelimi bir dergide ya da kendi yazdığı kitapta görmesinin övüncü pek az şeyle kıyaslanabilir herhalde. Yine de “benim kitabım”, “benim yazım” tamlamaları okumanın, yazmanın kendiliğindenliğine, karşılıksızlığına ket vuruyor kanımca. Mülkiyet, telif hakkı gibi kavramların olmadığı düşsel bir dünya tasarısında bile metinlerin adsız yayımlanmasının önündeki tek engelin yazarlık egosu olabileceğini tahmin etmek zor olmasa gerek.
Mektupları dışında hiçbir yazısında “ben” sözcüğünü kullanmayan, ayrıksı örnek Walter Benjamin’i bir kenara koyarsak benim bildiğim hiçbir yazar yazmanın tanrısallığı ve günlük yaşamın sıradanlığı karmaşasından ruhunu zedelemeden çıkamamıştır. Evet, elbette yazar tanrılık taslayandır, yapıcıdır, yıkıcıdır, ama sanatın bedelsiz olması gerektiğini de bilmelidir.
Yaşam uzamı boyunca yapılan her edimin temelinde “tatmin olma” amacı varsa ve ego bünyenin hem olmazsa olmazı hem de yarasıysa, yazarlık belki de bu yarayı daha da deşer. Yazılarını eleştirenleri evire çevire dövmesiyle de bilinen “Papa” lakaplı Ernest Hemingway’in bu ününün nedeni de, yarasına tuz basılmış olmasıdır muhtemelen.
Bir yazar düşünelim ki, okurdan hiçbir şey istemesin, anlaşılmayı, beğenilmeyi beklemesin, eleştirilmemeyi talep etmesin, okura hiçbir şey dayatmasın. Eli kalem tutan, ilk kitabını zar zor ya da kendi olanaklarıyla bastıran ve dağıtan yazar-şair tayfası ile dergilere, gazetelere yazılar yazan kalburüstü tayfayı da hesaba katarak düşünelim bunu. Var mıdır böyle bir yazar? Yoktur. Peki olmalı mıdır? Bunun yanıtı da kişiden kişiye değişir büyük olasılıkla.
Yazarlık egosu üstüne düşünürken Sanatçının Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi adlı kitaba rastlamam hoş bir tesadüf oldu. James Joyce’un otobiyografik ilk romanı Sanatçının Bir Genç Adam Olarak Portresi’ne nazire yaparcasına Joseph Heller, ölümünden sonra yayımlanan son kitabına bu adı seçmiş. Yetmiş beş yaşında, ilk kitabıyla büyük bir ün kazanmış, ama sonrasında aynı başarıyı bir türlü yakalayamamış, yaşlılık ve yazarlık bunalamıyla boğuşurken “her şey çoktan söylendi, çoktan bitti” düşüncesiyle doğru dürüst yazacak bir konu bulamayan başkahramanımız Eugene Sapo’nun öyküsü Joseph Heller’ınkiyle oldukça örtüşüyor.
Yalnızca ABD’de on milyonluk satış rakamına ulaşan, birçok dile (Türkçeye de Madde 22 adıyla) çevrilen, Mike Nichols tarafından sinemaya uyarlanan Catch-22 adlı ilk romanıyla otuz sekiz yaşında üne ve paraya gark olan Joseph Heller, son romanı Sanatçının Yaşlı Bir Adam Olarak Portresi’yle kendi yaşamının bir tür parodisini yapıyor âdeta. Tom Sawyer’ın, Kafka’nın Değişim’inin devamını yazmaya kalkışan, Homeros’un destanlarını yeniden yazmayı tasarlayan, hatta “Karımın Cinsel Yaşamöyküsü” adında bir seks kitabına başlamaya, karısına rağmen, cüret eden Eugene Sapo’nun bünye çekirdeğindeki defo da tabii ki aşırı şiş(iril)miş egosu. Gerçekten iyi bir roman yazmak, o romanın bütün listeleri delip geçmesi ve çok satması, sinema filmi yapılmaya elverişli olması; Sapo’nun yaşamının son demlerindeki tek arzusu bu.
Aslında bu romanla, egoları tavan yaptırmaya ayarlı günümüz “edebiyat endüstrisi”ni de alaya almış Heller. Düşünelim; sözgelimi Ermeni meselesinin gündeme oturduğu farazi bir zamanda bu meseleye içkin suya sabuna dokunmayan bir roman yazarsanız, ününüze ün katarsınız, gelsin imza günleri gitsin gönül dinginliği kıvamına geçersiniz, “edebiyat camiasının en güzeli/yakışıklısı” etiketini de kazandınız mı değmeyin keyfinize. Günümüzün edebiyatçı-yazar yaşam döngüsü aşağı yukarı böyle.
Yirmi birinci yüzyıl böyleyken yakın tarihin de çok farklı olduğu söylenemez, istisnalar olsa da. Sözgelimi James Joyce ile Marcel Proust’a dair bir hikâye anlatılagelir ki “baba” yazarların da “baba” zaaflarının farkına varmamız açısından konuya bir açılım, renk getirebilir. Proust ve Joyce bir edebiyat masasında rastlaşmış, ama birbirlerinin suratlarına bile bakmamışlar. Konu açılınca Proust, Joyce’unkileri, Joyce da Proust’un kitaplarını okumadığını söylemiş. Bir yazara hele ki başka bir yazar tarafından yapılacak en büyük hakaret herhalde budur, yazdıklarını okumadığını söylemek, varlığını hiçe saymak. Neyse ki gece kazasız belasız sona ermiş, böylece edebiyat tarihine de kanlı bir virgül konulmamış.
“Baba” olsun “çocuk” olsun yazar-şair-edebiyatçı tayfası işin doğası gereği, Charles Dickens’ın güzel deyişiyle, “bir istiridye kadar yalnız”dır, yalnızlıkla hemhal olmuştur, olmalıdır. Hayatı baştan kaybedilmiş bir savaş olarak gören Kafka’nın yapıtlarının, yaşamı boyunca ilişki kurabildiği sayılı insanlardan olan Max Brod’un –kimine göre– ihanetiyle, ölümünden sonra yayımlanması Kafka’yı en azından ego yaralı bir insan yapmamıştır. Ama istisnalar kaideyi bozmadığı gibi ego hükümranlığını da kıramaz, diye düşünmeden de edemiyorum.
Yeni yorum gönder