Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir İzmir Romanı Ateşlenmeyecek Silahın Sahnede Yeri Olmaz



Toplam oy: 121
Beni eser hakkında yazı yazmaya iten merak içinde Japanesk unsurlar barındırması ve metinlerarasılık kurabileceğimiz ölçüde Japon edebiyatı eserlerine atıflarda bulunuyor olması. Zaten kitabın iç kapaklarından biri de Yukio Mişima’nın Bir Maskenin İtirafları eserinden alıntıya ayırılmış: “Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir…”

Ata Egemen Çakıl’ın ilk romanı Ben Değiştim Biliyorum Ağustos 2020’de İthaki Yayınları tarafından yayımlandı.

 

Beni eser hakkında yazı yazmaya iten merak ise içinde Japanesk unsurlar barındırması ve metinlerarasılık kurabileceğimiz ölçüde Japon edebiyatı eserlerine atıflarda bulunuyor olması. Zaten kitabın iç kapaklarından biri de Yukio Mişima’nın Bir Maskenin İtirafları eserinden alıntıya ayırılmış: “Kendine acımanın emin limanına çekilmek, kendini trajik bir kurban gibi görmek, bütün kaçış yolları tutulmuş insanların başvurduğu eski bir hiledir…”

 

Romanın kabaca bir tanımını yapmak gerekirse, bir taşra kasabasında lise öğrencisi Mahir’in İzmir’e taşınması ve ardından bir katile dönüşmesinin öyküsü. Sahnenin ağırlıklı olarak İzmir olmasından dolayı “Bir İzmir Romanı” tanımı yapmak yersiz olmayacaktır.

Mahir bir Anadolu kasabasından şu izlenimle ayrılıyor: “Böyle bir kasabada kendinden nefret ettirmenin en kolay yolu kimseyle problem yaşamayan bir insan olmaktır. Problemsiz insanlar bu tip yerlerde sevilmezler. Çünkü İç Anadolu insanı kendine benzemeyeni sevmez. Kendisine benzetene kadar bezdirmede üstlerine yoktur…”
İlginç bir İç Anadolu kasabası izlenimi olmakla birlikte, Mahir’in esas problemleri o İç Anadolu kasabasında değil, İzmir’e gelişi sonrasında başlıyor. Kasabadaki lise yaşantısında hoşuna giden kıza utana sıkıla mektup veren Mahir, İzmir’deki yaşantısının başlarında dershane kafesindeki kızlarla yakınlaşabilmek için “Sözelciyim, ama on iki dil biliyorum” palavrasını sıkılmadan savurabilecek hızlı bir değişim yaşıyor.
Öykünün zamanına baktığımızda 2000’li yıllarda 16-17 yıllık bir zamanı kapsıyor. Mahir’in lise-dershane-üniversite yaşantısından kesitlerle beslenen öykü, gençlik genelini kapsamasa bile –eserden alıntıyla– yaşı önemsemeden istediği şeyi yapan gençlerin yaşantılarından kesitlere de sık sık yer veriyor. Bunu yaparken de İzmir’e özgü birçok unsur öyküye dâhil ediliyor. Semtler ve semt cadde ve sokaklarının tek tek adlarının verilmesi bir nebze “navigasyon cihazı” izlenimi uyandırsa da, İzmir kent rehberi olarak da görülebilir. Bununla birlikte, mekânlardaki özellikle akşam ve gece yaşantısının tasvirleri İzmir’i görmüş olanların ilgisini çekecektir. Ayrıca, gevrek, çiğdem, midye, seyyar pilavcı, kır pidesi, kokoreç gibi (diğer şehirlerimizde de olan, ama) İzmir yaşantısı keyfinin sembollerine de sık sık yer verilmiş.
Bazı bölümler Murakami’yi hatırlatıyor
Bu biraz Japon yazar Ryu Murakami’nin eserlerini anımsatıyor. Gece hayatı, şiddet ve gerilim açısından çok paralel bir çizgi tutturduğunu söylemek mümkün. Eserin anımsattığı bir diğer Japon yazar ise Haruki Murakami. Eserde marka adlarının sıkça verilmesi bu kanıyı güçlendiriyor. Ancak Haruki Murakami’nin avangard markalarıyla karşılaştırıldığında, Fender gitar, Kawasaki Ninja 250R motorsiklet, Led Zeppelin tişört gibi ancak meraklılarının bileceği markaların yanı sıra Doblo, Ford Mondeo, Monte Carlo sigara gibi yerelleşmiş markaların da karşımıza çıkması, esere ısınmayı kolaylaştırıyor.
Japonlardan söz açılmışken, eserde geçen kendo, iaido gibi Japon savunma/dövüş sanatlarıyla birlikte bu sanatların uygulamalı anlatımını da içeren kesitler esere Japanesk bir keyif katıyor. Ayrıca yer yer Tsunetomo Yamamoto’nun Hagakure (Saklı Yapraklar) eserine yapılan göndermeler eserin bir diğer ilginç yanı. Yeri gelmişken, eserin içeriğine ustaca yerleştirilmiş Hagakure alıntısına burada da değineyim: “İnsanın kısacık bir ömrü vardır. Hoşuna giden şeyleri yaparak yaşamalı. Fani dünyada sürekli hoşuna gitmeyen şeyleri yaparak yaşamak aptalcadır…”
Bu kısa ömürden bir kesit halindeki Mahir’in öyküsü arayış, sorgulama ve değişimle geçiyor. Mutluluk, bağlanma, sahtelik, vazgeçilemeyen alışkanlıklar, gelecek kaygısının neliği, benlik ve ruh, eserin omurgasını oluşturan sorgulama anahtarları.
Bir olumsuzluğa da değineyim. Eserin içerisinde yer yer cümle düşüklüğüne de yol açan yazım hataları göze çarpıyor ve sayısı da oldukça fazla. Eserin iç kapak künyesine bakıldığında editör-düzeltmen-son okuma sürecinden geçtiği anlaşılabilir, ama bu eserin o süreçten düzgün bir şekilde geçtiği inandırıcı gelmiyor. Belki de, yayınevi gereksinimleri doğrultusunda aceleye getirilmiştir.
Bu olumsuzluğa rağmen, yazarın sözcük seçimi ve yazım tarzı oldukça duru ve akıcı. Kurgu olarak da başarılı bir kurgu. Mahir’in öyküsünün son dönemlerinden bir kesit ilk bölüm olarak konulmuş, sonrasında ise lise öğrenciliğinden başlayarak kronolojik bir anlatıyla eser tamamlanmış. Bu da okuma kolaylığı sağlayan bir tarz olarak görülebilir. Ayrıca, kahramanların öyküde görünüp kaybolma zamanları da anlatı içerisine ustalıkla yerleştirilmiş. Eserin sürükleyiciliğini pekiştiriyor. Ayrıca, bir tiyatro oyunu sergilenmesini andıran yönleriyle, son yıllarda yayınlanan romanlardan biraz farklı olduğunu da söyleyebiliriz.
İşte o ilk bölümde, Mahir eline Smith Wesson tabancayı alıp kurcalıyor, Japon çeliği kılıcı kontrol ediyor. Silahın ne şekilde patlayacağı, kılıcın kimi keseceği soruları eserin sürükleyici olmasını sağlıyor. Elbette okur teveccühü belirleyecektir, fazla ayrıntısına girmeyeyim. Bu noktada eserden bir alıntıyla satırlarımı sonlandırayım: “Beklemek insanın ömrünü hızlı tüketen bir şeydir. Bekleyerek tükenmiş bir ömrün yası tutulmaz…”
Okuru bol olsun…

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.