Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Karadeniz gotiği



Toplam oy: 901
Hamdi Koç
Doğan Kitap
Seçilen 1960 darbesi arka planının, romanın bir kurmaca eser olarak bütünlüğüne katkısı, istenildiği kadar büyük değil kanımca.

Ölüm deyince neden söz ediyoruz? Ani gelen bir telefonun ucundaki kötü haber. Hayatta hiç kimseniz yoksa eğer, en azından bir cenazeniz olmuş oldu. Bir arabanın enkazından fırlamış bedenlerin uçuruma asılı kalmış ruhları sizi kaza mahaline çağırıyor. Morgun soğuğu, morgun kapısının dışındaki gözü yaşlı. Kurşunun çeneden girip kafadan çıktığı cenazenin yıkanışı. Hocalar yıkar, dışarıda bekleseniz de olur. Cenaze namazı. Kim gelmemiş, kimin ceketinin önü ilikli. Cenaze evi. Çay ve börek. Bir kahve yapalım mı? Kaç metre kazılacak, ayaklarından bağlı kefenin içindeki için. Aileden herkes öldüğünde, hayatta kalan tek kişideki yaşama suçluluğu. Miras? Veraset vergisi de olmasa. Mezarda rahat olmayanın çığılığı. Topraktan çıkan el, elinizi tutmak istiyor. Öldüğü halde size görünen kaç kişi var? Ölülerle konuşan kadından mesaj var. Semaverin içinde de ruh. Kırmızı Mercedes’ten in, kendini öteki dünyadan gelen atlı arabacıya emanet et. Her canlı ölümü tadacak. Ölüler ölümü tatmasın mı? Babanın günahları oğlunu ziyaret edecek. Herkesin kırmızı pazartesisi yazılmış önceden. Bele sokulmuş, horozu kalkmış tabanca, kanun yazabilir küçük şehirde. En büyük tabanca askerse, asker devletin beline sokulmuşsa, tetiği kim çekmiş sayılır? Yaşayanların mezarı hazır, yatanlar mezarından rahatsız. Siz hiç gece mezar kazdınız mı? O zaman alev kuşları karanlık çukurları aydınlatır. İntihar günahtır, intikam başka mesele. Seks ölüme benzer. Ölüm can almak, doğum can vermek. Alacak verecek hesabı hayat. Hayatta kaldıkça faiz işliyor. Ölüm, geride kalanları tanımlıyor. Ya geride kimse kalmasın diye öldürülürseniz topluca? Üzerinize örtülen o topraklara sahip çıkar birileri. Ölü toprağının ağaları.



Çok söz edince böyle, gerçekliğini yitirip gotikleşiyor ölüm. Hamdi Koç’un yeni romanı Çıplak ve Yalnız, bir ölüm romanı. Katilden çok, hayatta kalmayı hak edeni merak edeceğimiz. Çıplak; bedensiz ruh, kimliksiz kemikler demek. Yalnız ise, kahramanımız Mesut Akarsu.

 

Mesut Akarsu, iğrenç bir adam. Hamdi Koç, ilk sayfalardan itibaren, pek de ahlaklı diyemeyeceğim bu karakterin itici ve bencil olmasına özen göstermiş. Ancak, Mesut Akarsu’nun hayatına ve romanın olay örgüsüne yeni kadınlar eklendikçe, bu kadın karakterlerin tarafında da bulmuyorum kendimi. İyilik ve kötülük cinsiyetsiz çünkü romanda. Mesut Akarsu ise, o roman kahramanlarının geçirdiği bildik büyük aydınlanmayı geçirip değişmiyor. Değişmeyen bir başka şey, kendine karşı ve birinci tekil anlatıcı olarak okura karşı olan dürüstlüğü. Çıplak ve Yalnız, kimliğini bulmaktan çok, vicdanını bulma yolculuğu Mesut için.

 

Amcasının ölüm haberi üzerine, konabileceği olası miras nedeniyle memleketi Ünye’ye doğru yola çıkıyor. Miras diye onu bekleyen, feodal bir küçük şehir düzeni ve ailesiyle ilgili “gömülü” gerçekler. Mesut, beklenen vâristir. Amcasının iktidarı teklifsizce ona teslim edilmiştir. Bir erkeklik ve iktidar savaşı verecektir. Şehrin âdetlerini, sokağı, ticaret raconunu, sadakati ve intikamı ona Allahşükür öğretir. Toprağı, iyiliği, vicdanı, ölmüşlerin hakkını, ortalıkta gezinen ruhları ise Felek kılavuzluğunda hisseder. Ankara’daki kendinden yaşça büyük karısı Yasemin, Ünye’de âşık olduğu Akide ve Asiye’nin bedenlerinde kadınları tanır ama sonunda iktidar onun mudur, kesin değil. Akide onun kurtarıcısı olur ama Yasemin özgürleştirir.

 

 

 

 

Arka plandaki 60 darbesi



Çoğu okurun ilk önce söz edilmesi gerektiğini düşüneceği konuyu, yani   romanın 1960 darbesi döneminde geçiyor olmasından söz etmeyi sona bıraktım. Seçilen bu yakın tarihten arka planın, romanın bir kurmaca eser olarak bütünlüğüne katkısı, istenildiği kadar büyük değil kanımca. Bunun iki nedeni var. Öncelikle kurgusal olarak, Menderes ve diğerlerinin yargılanmaları, idam hazırlıkları romanın başkahramanı Mesut’un gerçeğinden ve aidiyet hissinden çok uzakta bırakılmış. Saatlerce bağlanması beklenen şehirlerarası telefonla Ankara’daki karısıyla konuşmalarından takip ediyoruz darbe sürecini. Üstelik bu iki karakterin arasındaki diyaloga sanki sonradan iliştirilmiş gibi duran, darbenin kötülüğüne dair genel cümlelerle.


Hamdi Koç, Ünye’yi ve ahalisini zamandan, tarihten ve hatta Türkiye’den bile bağımsız düşünebileceğimiz bir dinamikle başarıyla kurgulamış. Birbirlerine bağımlı karakterler, kaçamadıkları bir kısır döngü içinde kaderlerine düşen rolü oynuyor. Elden ele geçen ve bitmeyen bir borç-faiz-alacak sarmalı hayatı devam ettiriyor. Töre, tabanca, basılmayan gazete, siyasi parti çıkarları yazılı olmayan kanunlar. Köylünün bir oyu var, onun da sahibi ağalar ve beyler. Feodalizmden kapitalizme, istenen zamanın ve coğrafyanın kurallarının uygulanabileceği bir mikro evren olmuş Ünye. Evlerin, fabrikanın ve arazilerin perişanlığı ve değersizliği insanlığın çürümüşlüğünün simgesi.



Romanın sonunda ortaya çıkan toplu mezarlar, bu mikro evreni bütün insanlığa bağlıyor. Bu korkunç etnik katliamın kesin tarihi detaylarının verilmemesi, Mesut’un geleceğini karartan bir günaha ve lanete dönüşmesi oldukça sembolik anlatılmış. Okurun kendi tarihi araştırmasını yapması için yeterli yönlendirmeyle birlikte. Bu başarılı mekansal kurgu, romanın belirli bir tarihi arka plana dayanmaya ihtiyacı olmadığını düşünmemin ikinci nedeni.

 

 

Gerçek, fantasmagori ve mizah


Gerçek trajediyi ve bastırılmış acıları bilinçaltının dile gelmesi ile anlatıyor yazar. Ölümün her aşamasının ve ayrıntısının okuru rahatsız etmesine özen gösteriyor. Soğukkanlı gerçekçi tasvirlerle, büyülü gerçekçiliğe kayan fantasmagori arasındaki denge romanın geneline yayılmış. Yine de büyük çoğunluğu diyaloglardan oluşan roman, karakterler arası ilişkilerde absürt bir mizah oluşturmayı da başarıyor.



Bilinçli bir seçim mi biliyorum ama, Hamdi Koç, Çıplak ve Yalnız’da, Amerikan Güney gotiği alt türüne benzer bir yaklaşımla kendine özgü bir Karadeniz gotiği yaratmış. William Faulkner'ın kurmaca diyarı Yoknapatawpha County’de geçen birçok romanı gibi, Hamdi Koç’un da Karadeniz’den başka romanlar çıkarması, bu toprakların hikayesini anlatmaya devam etmesi dileğiyle.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.