İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı bir balık başıyla onlara selam verip, “Günaydın çocuklar. Su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış:
“Su da neyin nesi?”
Son zamanlarda sıklıkla duymaya başladık: Ölümden önce hayat var mı?
Ailemizle ya da bizim için önemliler listemizin en başında yer alan yakın çevremiz ile geçirdiğimiz “kaliteli zaman” fenomeni. Hatta yakın çevremiz bile değil; kendimizle geçirebildiğimiz ve fayda sağlayabildiğimiz değerli, kaliteli, vizyonumuzu oluşturan fikir tarlamızda geçirdiğimiz zaman.
Kimimiz hayatlarımızı kurulu bir saatin gölgesinde geçiriyoruz. Aynı insanlarla aynı sohbetlerle günü kurtarıyoruz çoğu zaman. Hatta birbiriyle sohbet edebilenler şanslı; pek çoğumuz değerli vaktimizi havadan “sudan” konuşmaya harcayamayacak kadar hızlı bir hayat yaşıyoruz. İçinde yürüdüğümüz, koştuğumuz, nefes aldığımız ve hem bedenen hem de ruhen beslendiğimiz bu “şeyi” merak etmeden, durup bir göz atmadan, çoğunlukla görev bilincinin kazandırdığı motor reflekslerle hareket edip duruyoruz.
Bu motor refleksler, merdiven çıkarken sakız çiğnememizi sağlayan ama aslında bize pek de bir şey kazandırmayıp sadece hayatımızı kolaylaştıran kabiliyetlerimiz. Ünlü beyin cerrahı Frank Vertosick Jr., fiziksel ve zihinsel algılama arasındaki farka dikkat çekmek için şöyle bir ifade kullanıyor: “Hesap yaparken şarkı söylememizi sağlayan şey aslında omuriliğimizde bulunan bir parça sinirden başka bir şey değil. Beynimiz ise söylediğimiz şarkının bestelenmesine yarar.” Ve işte David Foster Wallace da Bu Su’da gerçek kontrolün ve farkındalığın önemine değinmiş; otomatik olarak doğru kabul etme eğiliminde olduğumuz pek çok şeyin, sonunda yanlış ve asılsız çıkma olasılığı ve eleştirel farkındalık geliştirmenin gerekliliğine.
2008 yılında hayata veda eden David Foster Wallace’ın Kenyon College mezuniyet töreninde yaptığı konuşmadan kitaplaştırılan Bu Su, algılarımızın yaşamsal faaliyetlerimizi sürdürmeye yaramasından ziyade, faaliyet gösterdiğimiz yaşamı daha ileri seviye algılarla doğru kavrama yeteneği üzerine kısa bir anlatı biçiminde. Bu yeteneğin nasıl geliştirileceği ise asıl mevzu: Bize doğuştan tanımlanan “başlangıç ayarlarımız”, çok bilinen bir tabirle dünyanın merkezinin biz olduğuna dair bir yanılgıdır. Hayatımızda mutlak olarak merkezinde yer almadığımız hiç bir tecrübemizin olmadığını düşünmemizi ve farketmemizi istiyor Wallace. Etrafta gelişen her durum önümüzde, arkamızda, sağımızda ya da solumuzdadır. Kendimizi referans aldığımız her türlü bakış açımız, bizi her türlü durumda merkeze koyar. Daha genel bir anlayışta, bir zincirin halkası olduğumuzu düşünürsek, etraftaki tüm halkalar bizden önce ya da sonra gelir. İşte etrafımızda olup bitenleri daha erdemli bir yöntemle algılamanın, kavrama yeteneğimizi geliştirmenin de farklı inanç şablonlarına ve olayları farklı biçimde anlamlandırma pratiklerine sahip olmayı gerektirdiğini öğütlüyor. İnançtan söz etmişken, inancın işlevi ve gerekliliğine değinmeden de geçmiyor. Herkes inanır, diyor. Herkes neye inanacağıyla ilgili bir seçim yapar ki önemli olan da budur. Ama farkında olmadan, dogmatik olarak yöneldiğimiz tüm inançlar bizi hazin bir mutlak sondan başka bir yere taşıyamazlar. Çünkü zekamıza, güzelliğimize ya da güce inanırken ona bir anlamda tapar, yüceltir ve büyütürüz. Bu sırada zekamızla asla yetinmez, git gide aptal olduğumuza dair daha derin bir inanca boğulur, bu inançla ölür gideriz. Hatta muhtemelen kendilerini kafalarından vuran insanlar da bu körleşmiş inancın kurbanı oldular. Güzellik, para, hatta din. Bunlar varsayılan başlangıç ayarlarımızın dürtüleriyle yöneldiğimiz, egomuzda varolan zaaflarımızı, acizliklerimizi ve yetersiz olduğumuzu hissettiğimiz noktalar bütününü kamufle ettiğimiz birer yanılsama. Tapınarak büyüttüğümüz hiç bir olgu, git gide kendimizi daha ufak görmemize neden olacak hızla büyüyen bir inanç çölünden öteye gitmeyecek. Neden seçtiğimizi, neden inandığımızı bile bilmediğimiz, muhakeme kabiliyetimizin dışında bir yerlerde hap olarak sunulan bu kör ve dogmatik inançlar bizlere hikayeler, ata sözleri, vecizeler, meseller halinde empoze edilerek gerçekliğinin sorgulanması olanaksız kılınmıştır. Fakat gerçek inanç, gündelik hayatımızın içinden farkındalıklarımız sayesinde seçtiğimiz ve elediğimiz bileşenlerden oluşur. İnanılanın ne olduğu farketmez, bilinçli olması önemlidir.
Wallace, mezun olan üniversite öğrencilerine seslenirken çok net bir şekilde bu entelektüel ve eleştirel bakış açısının kazanılabileceğini düşündüğü üniversite eğitiminin işlevini de özetliyor: Nasıl düşünüleceğini öğretme. Gerçek bir farkındalık ve algı açma hapı olan kitap, üniversitelere insanları bilgiye boğmak gibi bir misyon yüklenmesinin yanlış olduğuna dair isabetli bir ifadenin ardından eğitimin asıl amacının ne olabileceğine biraz uç bir noktadan değinerek devam ediyor: “Rahat, başarılı, saygın hayatlarımızı yaşarken bilinçsizleşerek ölmekten, zihnimize ve başlangıç ayarlarımızla belirlenmiş biricik, eksiksiz, muhteşem yalnızlığımıza köle olmaktan bizleri korumak. Bugün ve her gün.” Bu ifadenin biraz abartılı ve soyut olduğunu Wallace kendi de kabul ediyor. Zira kitabın geneline yayılmış olan, üniversitenin gerçek düşünme kabiliyetini aşılayabilecek yegane kurum olduğu gibi sert bir iddiayla asıl anlatılanın büyüsünün bozulması işten bile değil.
Kitap, öğrenci seçme ve yerleştirme sınavları zamanında üniversitelerin kendilerini tanıtabilmek ve tercih edilmek için sergilediği tutuma benzer bir tutumdan kılpayı kurtuluyor. Ve bu kısa hitabetten alınması gereken asıl faydaya ulaşabilmek adına; iyi eğitim ve üniversite eşleştirmesinin oluşturduğu bu dar boğazı bir çırpıda sindirip kitaptaki yolculuğumuza devam ediyoruz.
Anlatı, Wallace’ın kendine has düşünce yapısının muhteşem bir izdüşümü. Biraz dağınık, hatta gerçek bir spontane monolog havasında ilerleyen kitap, “suyun” içindeki her bir manevramızın hem felsefi, hem toplumsal, hem de kişisel etkileri üzerine birbirinden güzel örnekler ve ifadeler kullanıyor. Örneğin; trafikte zar zor ilerlerken önümüze çıkan kocaman hantal arazi araçlarının gerekliliğini ve yarattığı kirliliği düşünürken, bir başka pencereden de aslında bu araç sürücüsünün bir zamanlar çok kötü bir trafik kazası geçirdiği ve terapisti tarafından kendisini güvende hissetmesini sağlayabilecek büyük bir araç kullanması tavsiye edildiği, bunun da yaşadığı travmanın sadece bizim görebildiğimiz boyutu olabileceği gerçeğine göz atmakta fayda var, diyor. Ya da süpermarket kasasındaki sırada şiddetle çocuğunu tartaklayan ve içimizi sızlatan annenin, aslında o gün on yıllık çalışma arkadaşının ölmesi sebebiyle derin bir üzüntü içinde, hayatında ilk defa böyle bir şey yapıyor olabileceği ihtimali ve bu ihtimali düşünmeyi seçme yeteneği. Bunların hepsi içinde bulunduğumuz “suyu” berraklaştıran ve birlikte yüzdüğümüz balıklarla mükemmel bir senkron yakalamamızı sağlayan ufak oto-terapiler. Suyu ne kadar berraklaştırırsak, algımızın yarattığı tuzakların etrafında o kadar yüksek farkındalıkla dolaşırız.
Wallace’a göre bizi algılama temelinde bir üst seviyeye taşıyacak yol, yine nasıl düşünüleceğine dair denetim uygulamaktan geçiyor. Öfkelerimizi, seçimlerimizi, bıkkınlıklarımızı ve düş kırıklıklarımızı renksiz ve kıymetsiz hayatımızın sabitleri haline getirmektense, etrafımızdaki değişkenlerin farkında olarak hayatın dinamiği içerisinde çok daha renkli, iletişimi çok daha kuvvetli bir mercan resifi oluşturmak; beynimizin beste yaparken kullandığımız – ya da şimdiye kadar hiç kullanmadığımız ama bir gün mutlaka ihtiyacımızın olacağı – bölümünün kapılarının da açık kalmasına yardımcı olacaktır.
İnsanların zihinleriyle başa çıkamadıklarında ve ateşli bir silahla intihar etmeye karar verdiklerinde kendilerini her zaman kafalarından vurdukları bu dünyada, her birimiz kendi minik, kafatası büyüklüğündeki krallıklarımızın efendisiyiz. Bunun bir özgürlük olduğunu belirtiyor Wallace. Fakat gerçekten önemli olan özgürlüğün ilgi, farkındalık, disiplin ve çaba istediğini, başka insanlara içtenlikle özen gösterme ve onlar için fedakarlık yapma yeteneğini gerektirdiğini söylüyor. Bunu da hepimizin trafikte veya süpermarkette geçirdiğimiz yorucu ve bunaltıcı saatlerden dem vurarak yapıyor ki kitabı okuyan herkesin buluştuğu en kesin ortak payda diyebiliriz buna.
Kitap ayracı kullanmaya gerek kalmadan başlayacağınız ve bitireceğiniz bu anlatı, yer yer son derece basit ifadeleriyle, yer yer de Wallace dağınıklığıyla sizi “suyu” düşünmeye teşvik edecek.
Kontrolsüzlükten ve kibirden uzak, ölümden önceki hayat bu etrafımızda akıp giden.
Bunu sürekli hatırlamak zorundayız, diyor: bu su.
Bu, su.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder