Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir korku edebiyatı güzellemesi



Toplam oy: 716
Yankı Enki
İthaki Yayınları
Maskenin Düştüğü Yer ile ilgili belki de en değerli detay, Yankı Enki’nin dilinden metne, metinden kaçınılmaz olarak okura geçen bir his; canavara, Gölge’ye, karanlık tarafa dair sevgi dolu bir idrak.

Kurgusal türler tarihinde, akıllı uslu okurun (ve izleyicinin) en azından insan içindeyken burun kıvırması beklenen pornografi ve melodramın en yakın arkadaşı korku olsa gerek. Her üç tür de, hangi mecrada olursa olsun, akıldan çok bedende bir etki yaratmayı hedeflemekle kabahatliydiler; melodram nasıl gözyaşı isterse, korku da ensede bir ürperti, barsaklarda bir kasılma, bedende bir iritasyon ister.  Bugün, usta Giovanni Scognamillo’nun deyişiyle canavarların, yaratıkların, manyakların edebiyatı, Gotik korku, yaklaşık 300 yıllık tarihinde, kaçış edebiyatı olarak yaftalanıp hor görüldüğü günleri geride bırakmış gibi görünüyor. Yazar ve editör Yankı Enki’nin akademiden ana akıma, pop kültürden “yüksek” kültüre Gotik edebiyatın klasik döneminin yansımalarına eğilen “eleştirel denemeler”ini derlediği Maskenin Düştüğü Yer, bir korku edebiyatı güzellemesi. Türkçe korku edebiyatı sahnesinin son dönemdeki hareketliliği göz önünde bulundurulunca, hem tür sevdalıları için bir köklere bakış hem de yeni başlayanlar için bir el kitabı vazifesi görecek olan derlemenin tam zamanında yayımlanmış olduğu söylenmeli.   

 

Maskenin Düştüğü Yer, insanoğlunun örneğin uzaylılara kendini tanıtırken iftiharla bahsedeceği bir edebiyat kanonuna dahil edilmesi çok yakın zamanda gerçekleşmesine rağmen yazıya dökülmesi en az Nuh Tufanı kadar eski olan korku edebiyatına bakıyor. Bir zamanların itibarsız, “üç kuruşluk” edebiyatı, biraz yakından  bakınca bir anahtara benziyor; en karmaşık tarihsel süreçlere dair, insan olmak denen hale dair gayriresmi bir kavrayışın anahtarı. Enki, “elektrik ışığının olmadığı bir dünyada korku edebiyatının alımlanması, postmodern dünyadakiyle aynı değildir,” diyor, fakat korku edebiyatının klasik dönemine ait yapılar, gündelik gerçeklikten çok, insana dair bir Hakikat üzerine kuruludur. Bu metinler, ortaya çıktıkları 18. ve 19. yüzyılların hâkim paradigmasının altında nabız gibi atan bir dalgayı bugüne taşırlar; Fransız Devrimi’nin hemen ardından gelen Terör döneminin, savaşlardan, mezalimden kaçıp yer değiştiren göçmenlerin sırtlandığı yabancılık yaftasının, denizci kaşiflerin “ilerlemeci” olduğu kadar istilacı heveslerinin otopsi raporu vazifesi görürler. Gotik edebiyat, Lovecraft’ın bilinmeze dair korkuyu yerleştirdiği, insanoğlunun başladığı yerden kaynaklanan bir duyguyu taşımakla, karanlıktan korkunca gözlerini kapayan “rüyaperest” okurun tüylerini ürpertmeye “bugün bile” devam eder.

 

 

Kaçtıklarımıza dönüş edebiyatı

 

Insanoğlu kültürün başlangıcından ne kadar uzaklaşırsa uzaklaşsın, dünya üzerinde ve ötesinde bilinecek ne varsa bilmeye yönelik çabasını ne kadar ilerletirse ilerletsin, kolektif bilinçdışına gömülü  “primordial” bir gölgeden fazla uzaklaşamaz. Aydınlanmacı Akıl’ın insanı çocukluktan çıkarma, ona usavurma sorumluluğunu hatırlatma projesi çerçevesinde, korku edebiyatına, tıpkı fantezi ve bilimkurgu için de söylenegeldiği gibi küçümser bir ifadeyle “kaçış edebiyatı” denmiştir denmesine, fakat usulünce gömülmeyen, mezarından kalkıp geri gelecektir; gotik korku, modernleşmekte olan Batı’nın halının altına süpürmek istediklerine, yeni oluşmakta olan bir anlam dünyası içinde yer bulamadıklarına, “adlandıramadıklarına” kucak açar; söz konusu olan bir kaçış edebiyatı değil, aksine    “kaçtıklarımıza dönüş edebiyatıdır.”

 

Üstelik, belirli bir dönemde ve belirli bir coğrafyada ortaya çıkmış olması, Gotik külliyatın evrensel bir değeri olmadığı anlamına gelmez. İmgelerin ve izleklerin tekrarında mitolojik bir yön vardır, Drakula’yı Bram Stoker’dan okumamış olanlar çoktur, yine de onun öyküsü zamana, coğrafyaya, mecraya bakılmaksızın, dua gibi tekrarlanır. Fakat Gotik edebiyat düzenin güçlerinden değildir. Enki’nin deyişiyle, “evin altını üstüne getirir.” Statükoyu tehdit ettiği gibi insanı kendi ne’liği ve doğası üzerine verili kabuller konusunda şüpheye düşürür. Klasik korku edebiyatı, “Ölümlülüğü, egemen ideolojilerin zamanı gelince kullanmak için” ayırdığı mahzenlerden çıkarmak, “ölümün dehşeti üzerindeki tekeli ortadan kaldırmak” ister. Devletlerin, ideolojilerin, kurumsal dinlerin tanımladığı ölüm ve ölümden sonra olacaklarla ilgili hazır reçetelerin karşısına örneğin Doktor Frankenstein’ı, “akla hayale gelmeyecek şeylerin de var olduğu”nu cehennemin ta kendisini resmederek açığa vuran Ressam Pickman’ı çıkaran korku edebiyatının en temel tartışması, Enki’ye göre öncelikle modernlik bağlamında bir ölümlülük-ölümsüzlük çatışmasıdır.     

 

Kendi aklından şüphe duymakla, Akıl’dan şüphe duymayı salık veren Gotik edebiyat, insanın en karanlık müşterek fantezilerine ses veriyorsa, Maskenin Düştüğü Yer de metinler arasında kurduğu bağlantılarla, bu fantezileri tek tek ele alıyor, teorik ve tarihsel bağlamı es geçmeden bir klasik dönem korku edebiyatı haritası çiziyor. Türkçenin “humor” olanaklarından, kelime oyunlarından faydalanan yazar, edebiyat ille de bir araç olacaksa, “beni benden alıp götüren bir araç değil, beni kendime getirecek olan bir araç olduğunu söyleyebilirim ancak,” diyor. Maskenin Düştüğü Yer ile ilgili belki de en değerli detay, Enki’nin dilinden metne, metinden kaçınılmaz olarak okura geçen bir his; canavara, Gölge’ye, karanlık tarafa dair sevgi dolu bir idrak. Bu aynı zamanda korku edebiyatının gedikli okurlarında bağımlılık yapan özelliğidir bana kalırsa.

 

 

 


 

 

 

Görsel: Nihan Sarı

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.