Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Müzeyyen tanıdım



Toplam oy: 1905
Yekta Kopan
Can Yayınları
Neden bilmiyorum, bir Nuri Bilge Ceylan filminin içindeyim. Aynı detaylı tablo. Ama bu kez o suskun karakterler konuşuyor, hatta çok konuşuyor.

Önyargılar nasıldır bilirsiniz. Yani aslında bilmezsiniz ama bir şey sizi durdurmuştur. Varlığından haberdarsınızdır ama yanaşmamışsınızdır. İlgilenmek, yakınlaşmak istememişsinizdir belki.

 

Bunu bir itiraf olarak alabilirsiniz: Yekta Kopan’dan hep kaçmıştım. Neden bilmiyorum, ağdalı bir romantizmin içine düşeceğimi sanmıştım sanırım. Özel bir şey yüzünden de olabilir, hiçbir şey yüzünden olmamış da olabilir. Neticesinde önyargı benim için tam da böyle bir şeydi. Aile Çay Bahçesi’nin kapağını açarken de bu hisler vardı içimde. Birkaç sayfa sonra midemin yanmasının boğazımı tıkayacağını bilmeyerek…

 

Ortak bilincin, hem de çok da uzak olmayan bir geçmişe ait bilincin anılarını görmek; eski otobüslerin tanıdık kokusunu, siyah kusma torbasının hışırtısını satırlardan duymak... Gece çalan telefonlardan neden korktuğunu hatırlamak bir kez daha; “Cep telefonu yokken geceleri gelirdi can sıkan haberler.” Çocukluk utançları, nefretleri, travmaları... “Böyledir zaten çocukluk, utanılacak sayısız anının birikimidir,” diyor Yekta Kopan ve tam o anda sizi halı altına süpürülmüş çocukluk utançlarınıza buluyor. Tam o beyaz çorapların içinde kıvırdığınız ayak parmaklarıyla aslında dünyaya tutunduğunuzun altını çiziyor bir kez daha. Neden bilmiyorum, bir Nuri Bilge Ceylan filminin içindeyim. Aynı detaylı tabl. Bu sefer o suskun karakterler konuşuyor, hatta çok konuşuyor. Öyle ki, iç sesleri dışarı vuruyor.

 

 

Önyargılarımın paramparça olduğu anlar

 

Dilem Serbest

 

Onun adı Müzeyyen. Süslenmiş, güzelliklerle bezenmiş demekmiş Müzeyyen. O da güzelliklerle bezeli. Doğmadan belliymiş adı. Anneannesinin adını vermiş annesi. Babası hiç itiraz etmemiş, “Ne güzel düşündün,” deyip alnından öpmüş annesini. Bir zamanlar yazlık, şimdiyse ölüm kokan bir evdeyiz. Yanımızda karanlığıyla tanışmış, kabuğu sert, aklının koridorlarında yaşayan bir kadın var: Müzeyyen. Kardeşini sevmeyen, babasından nefret eden annesini özleyen Müzeyyen. Hayatına ikinci el eşya satan bir dükkanın vitrinine bakar gibi bakan Müzeyyen. Adı güzelliklerle bezeli demek olan Müzeyyen… Koca memeli Müzeyyen’i kayalığa gömüp gözlüklü Müzeyyen’i doğuran Müzeyyen. Her nasılsa istediğinde içinde çıkacağı ikinci bir Müzeyyen olduğunu öğrenen Müzeyyen. Sormayı bilen herkes gibi uykusuz olan Müzeyyen. Zihnindeki boşlukları kendisine ait olmayan bir babanın görüntüleriyle dolduran Müzeyyen... Hani defalarca içinizden konuşursunuz da onlarca cümle içinden hiç aklınızdan geçmemiş olan dökülür dilinizden… İşte öyle Müzeyyen. Annesinin ölümüyle suçladığı kız kardeşi Çiğdem’le olan onlarca konuşmasından yalnızca birkaçı gerçek. Keskin nefretleri, yumuşatılmış kırgınlıklarla çıkıyor ağzından. Çocukluk travmalarından doğan bir kadın o. Hangimiz değiliz? Dahası, Yekta Kopan bunu nasıl biliyor? Komşu bahçesinin çocukluk anıları tamam ama bir kadının doğum anını yansıtmak, bir kadın için bile kolay değilken bunu anlatması… (Evet, önyargılarımın paramparça olduğu anlardan biri.) Kendi yolunu erken yaşta çizen kadınlardan Müzeyyen. İşte tam o gözlüklü Müzeyyen olmaya karar verdiği zamanlardan itibaren. Öyle bir öfkenin içine gömülü ki… 

 

Müzeyyen’in geçmişini, bugününü, geleceğini okuyarak, zaman içinde ve rüya içinde ve hatta zaman zaman gündüz düşlerinin içinde dolaşarak önünüze geliyor Aile Çay Bahçesi. Mevzumuz aile olmalı belki de. Jonathan Franzen misali ama bu sefer bizim toprakların kokusunu almış bir aile. Bizim travmalarımızla donatılmış. Yazları yazlığa giden, aldatan kocaların pencerelerde beklendiği, babanın saatçi, annenin ev hanımı, kardeşinse şımarık olduğu ailelerden… 

 

“Hayat peşimizden gelirken kaçmaktan başka çare yok,” diyen bir Yekta Kopan’ı sevdim. Aile çay bahçelerinde yan masada dedikodu yapan teyzelerin görmediği hayatları hatırladım. Onlar çekirdeklerini çitletirken bir bardak limonata eşliğinde okuyamadım midemin yanmasından, ama o yanmanın daha anlamlı olduğunu bilerek sevdim. Bir Müzeyyen tanıdım. Bendeki Müzeyyen’i de ona ekledim. Sonra yazdıklarımı bir kez daha okudum. Kendi anılarımdaki çay bahçesinin ince belli bardağında elimi ısıtarak, karşılaşacağımdan korktuğum o ağır romantizme bizzat teslim olduğumu fark ettim...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.