Bizde biyografi geleneği kısmen gelişmiş olsa da, yazarların hayatlarını anlatan filmler pek yoktur. En fazla TRT'nin sipariş verdiği ve devlet ideolojisinin süzgecinden geçirdiği yazar-belgeselleri bulabiliyoruz. (Bkz. Sabahattin Ali belgeseli). Benim bildiğim, bu belgeseller dışında hayatı film yapılan tek edebiyatçı Nazım Hikmet. Mavi Gözlü Dev adlı bu film de son derece yavan ve kıfayetsiz bir filmdi. Halbuki Anglosaksonlar hem kurgusal hem de biyografik yazar hikayelerini çok sever ve de iyi filmler yaparlar. Shakespeare'den Virginia Woolf'a, Jack London'dan Allen Ginsberg'e kadar birçok yazarın hayat hikayesi iyi filmlere dönüştürüldü. Peki bizde niye yapılmıyor? Misal Ahmet Hamdi'nin, Sait Faik'in ya da Tezer Özlü'nün hayatı niye filme çekilmiyor? Ya da evet, Oğuz Atay'ın?
Beni bu düşüncelere gark eden şey, daha önce yarı-kurgusal bir Ahmet Hamdi Tanpınar biyografisi de yazmış olan Sefa Kaplan'ın kaleme aldığı Geleceği Elinden Alınan Adam adlı Oğuz Atay biyografisi. Kaplan'ın bu yeni kitabı bir film sahnesi gibi açıldığı ve genelde de bir film estetiğine sahip bir anlatıyla ilerlediği için, bana neden buradan bir Oğuz Atay filmi çıkmasın diye düşündürdü.
Kitap adını, Oğuz Atay'ın ölümünden önce yazmayı düşünüp de yazamadığı bir hikayeden alıyor. Ve bu ölüm meselesine uygun olarak, Oğuz Atay'ın hayatını sondan anlatmaya başlıyor. Oğuz Atay adlı 43 yaşındaki hasta Londra'da bir hastane odasında yatmaktadır. Adı Anglosaksonlar'ın üşengeçliği ve umarsızlığından ötürü Oguz diye yazılmıştır. Misal François'dan "ç" harfini eksik etmeyen İngiliz kültürü, Şark'tan gelenlerin adlarındaki alfabetik fazlalıkları ayıklamakta hiç tereddüt etmez. Mr. Oguz beynindeki tümör nedeniyle ameliyata gireceği için, saçı ve sakalları kesilmiş, adeta başka bir insana dönmüştür. Yanında eski sevgilisi Sevin ve eşi Pakize vardır ve Olric de bir yerlerde devreye girmeyi, "efendi"sini teselli etmeyi beklemektedir. Sefa Kaplan daha bu açılış sahnesinde Oğuz Atay'ın edebi dünyasıyla hayatını iç içe geçirerek çok yerinde bir hamle yapıyor. Atay'ın günlüklerini okuyanlar bilirler; hayatına dair notlarından çok edebiyatına dair notlar içerir, hatta Tehlikeli Oyunlar'ın bir kısmı günlüğüne yazılmıştır. Günlükteki bu edebi meşgale, hayatla edebiyatın iç içe geçmesi, hatta yer değiştirmesi Atay'ın hastalığını öğrenmesinden sonra da devam eder. Ömrünün sonuna yaklaştığını hisseden bu hassas müellif, yaşayamadığı günlerden değil, yazamadığı hikayeleri yazmaktan bahseder. Yani, Yıldız Ecevit'in dediği gibi, burada ölmek üzere olan bir insanın hislerinden çok, yazarlık hayatı sona eren bir yazarın notlarını okuruz. Klişelerden kim ölmüş diyerek şunu söyleyeyim: Kitaplar arasında yaşayan Oğuz Atay, mevcut ve olası kitapları arasında hayata gözlerini yummuştu. Ve işin daha da ilginci, ölümü tam da Tutunamayanlar'da Selim Işık'ın tasarladığı şekilde gerçekleşmişti, beyninde bir ur çıkacak ve "kafatasını iki usta parmak açacaktı".
Bir Oğuz Atay anlatısı gibi...
İşte belki de bu yüzden Sefa Kaplan, Atay'ın ölüme yaklaştığı hastane sahnesine roman karakterlerini dahil ediyor ve Atay'ın "roman kahramanlarını doktorlardan daha ciddiye aldığını" belirtiyor. Daha önceki Tanpınar kitabında Tanpınar'ın üslubunu sürdürdüğü gibi, burada da adeta Oğuz Atay yazmış gibi bir dil kullanarak, biyografiyi bir Oğuz Atay anlatısına dönüştürüyor. Aralarda beliren ve Tutunamayanlar'daki işlevini yerine getiren Olric'e zamanla diğer karakterler de ekleniyor: Hüsamettin Tambay, Turgut Özben, Selim Işık, Coşkun Ermiş, Beyaz Mantolu Adam vs. Sefa Kaplan, Atay'ın hasta yatağında gördüğü bir rüyayı anlatırken de bütün bu karakterleri, Tehlikeli Oyunlar'dakine benzer bir "son yemek" sahnesinde bir araya getiriyor. Bu karnavalesk karakterler geçidinin anlatısı da, Oğuz Atay'ın ironisinden geri kalmıyor. Atay'ın çok sevdiği İsa da bu son yemeğe geliyor ve hiç kimsenin kendisiyle ilgilenmediğini fark ederek şöyle düşünüyor: "Galiba son yemek için toplanan başka bir günahkâr kavmin ortasına düşmüştü."
Bu kavim, Oğuz Atay'ın ameliyatını gerçekleştiren Dr. Richardson'ın da dikkatini çekiyor. "Dünyada Oğuz Atay'ın beynini gören tek insan" diye tanıtılan Richardson şu yorumu yapıyor: "Ne kadar kalabalık bir beyniniz var sizin öyle, kafatasınızı açınca karşıma çıkan kalabalıktan ürkmedim desem kimse inanmaz… Bu müstena beyni daha fazla işkenceye maruz bırakmasanız iyi olur." Burada metaforun birebir anlamıyla kullanılmasından doğan ironi de Oğuz Atay'ın çok yaptığı bir şey. Yani Sefa Kaplan, Oğuz Atay üslubunun püf noktasını iyi yakalamış.
Kitabın bu ilk bölümünden sonra kitap Oğuz Atay'ın hayatının başlangıcına dönerek, belli bir ironiyle olanları Olric'e ya da Hüsammettin Albay'a anlatıyor. Kastamonu'da başlayan ve Cumhuriyet'in ilk yıllarına denk gelen çocukluk yılları, uzaydan Türkiye'ye düşmüş bir yabancı unsur gibi kullanılan Olric'e aktarılırken, ilk Cumhuriyet yıllarının trajikomedisi de ifade ediliyor. Bir nevi Oğuz Atay üzerinden "Türkiye tarihi" gibi ilerliyor. Atay'ın takip eden yılları da, yaşadığı kırıklıklar da -bilhassa "sosyalist edebiyatçılar" ya da "edebiyatçı sosyalistler" tarafından dışlanıp, bir "sükut suikastine" uğraması- zaman zaman Hüsamettin Albay'a bir şikayet tonunda anlatılıyor.
Yalnız kitabın devamı, ilk bölüm kadar "yaratıcı" değil. Daha doğrusu şöyle: Daha önce Yıldız Ecevit'in yazdığı detaylı biyografiyi (Ben Buradayım) okumuş olanlar için çok fazla yeni bir bilgi sunmuyor ve daha önceki Tanpınar kitabında var olan "Tanpınar'a Hayali Mektuplar" gibi edebi aygıtlardan da yoksun olduğu için, biraz yavanlaşıyor. Yine de gerçek hayatındaki karakterlerle, romanlarındaki karakterleri sürekli dirsek temasında tutarak ve sık sık roman ve hikayelerden alıntılar yaparak, edebi bir biyografi olmayı başarıyor. Ve bence olası bir "Oğuz Atay filmi" için de iyi bir malzeme sunuyor. Aday adaylarına duyurulur.
>>> Bir tatlı huzur almaya geldik Aşiyan'dan
* Görseller: Kaan Bağcı, Uğur Altun
Yeni yorum gönder