Dostoyevski’nin “Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık” lafını buraya, "bizim" edebiyata uyarlarsak, buralarda hepimiz Ahmet Hamdi Tanpınar’ın paltosundan çıktık diyebiliriz. Gerçi Tanpınar’ın paltosu yok, enstitüsü var, malum Saatleri Ayarlama Enstitüsü. Doğu’nun Batı’ya ya da Tanpınar’ın diliyle Şark’ın Garp’a kendini ayarlamasının trajikomik hikâyesini Mutlakıyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerine tanıklık eden ve her dönemin halet-i ruhiyesine bürünen amorf Hayri İrdal üzerinden anlatan Ensitütü’de kurulan düşünsel ve edebi dünya, hemen herkes için bir hesaplaşma ve referans noktası oluşturuyor. Enstitünün yol açtığı marazları Tanpınar’dan sonra Oğuz Atay ve Orhan Pamuk anlatmaya devam etti. Tanpınar’ın öğrencisi olmasına rağmen onun üslubunun tam tersi yöne meyleden Yusuf Atılgan (Bu açıdan aralarındaki ilişki Joyce’la Beckett arasındaki ilişkiye benziyordu) da Tanpınar gölgesinde yazdı.
Geç mi kaldık?
Tanpınar en temelde Tanzimat’tan bu yana saatlerini Batı’ya ayarlamaya çalışan bir kültürün olmamış yönlerini ve trajedisini anlatmıştı. “İç alem medeniyeti” dediği şeyden dış alem medeniyetine, tasavvuftan rasyonel düşünceye geçişte yapılan hamleler mesnetsiz ve aşırı ivedi olduğu için kültürün ruhunu oluşturan maya bozulmuş, yenisi de tutmamıştı. Bu da bizim münevverlerde hep bir ikilik ve bölünmüşlük yaratmış ve buna bağlı bir huzursuzluk da hep başlarına musallat olmuştu. Bu huzursuzluğun bir kısmı da tabii ki "geç kalmışlık" hissiydi. Susan Buck Morris’in ifadesiyle "zamanın efendisi" olarak batıyı kabul eden geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet elitleri, hep "oraya" yetişmeye ve arkalarında bıraktıkları şeyi inkâr etmeye çalışırken, bir yandan kendilerini "eksik" hissetmişlerdi. Zamanın efendisi Batı olduğu için, Doğu zaman skalasında hep geriden gitmeye mahkûmdu. Tanpınar’ın temel meselelerinden biri de işte bu "geç kalmışlık" hissiydi.
Sefa Kaplan’ın yarı-kurmaca Ahmet Hamdi biyografisine Geç Kalan Adam ismini vermesi de bu açıdan isabetli. Kaplan’ın Ahmet Hamdi’yle kişisel münasebeti ve bağı üzerine kurulu olan bu biyografi, bir Tanpınar romanı lezzetine sahip bir anlatı olarak ilerliyor ve klasik biyografinin vazgeçilmezi olan kronolojik gidişatı izlemeyip, karşımıza ilk olarak 52 yaşında Paris’e giden bir Ahmet Hamdi çıkarıyor. Kendini Paris’e gitmekte "geç kalmış" hisseden bu mütereddit ruhun bu hülyalı şehirle yüzleşmesi aslında “hem şifasız hastalığımız hem de tükenmez kudretimiz olan Şark” ile gözleri önünde cereyan Garp arasında duran daimi bir mukayeseyi beraberinde getiriyor. Bu mukayeseyi edebiyat eleştirisinde çok iyi yapan Nurdan Gürbilek son yayınlanan mukayeseler kitabına, geç kalmışlığı da içeren harika bir isim vermişti: Benden Önce Bir Başkası. Bu biyografide de Ahmet Hamdi "hesaplaşmasını" sadece Şark ile Garp arasında değil, kendi kişisel hayatındaki "ondan önce" kalem oynatıp, kelam edenlere karşı da sürdürüyor. En çok da Yahya Kemal’le olmak üzere "memleket" düşünürleriyle hesaplaşıyor, "makulün insanı" olmaması hasebiyle Fikret Mualla’ya kendi yakın buluyor vs. Ahmet Hamdi bütün kişisel iniş çıkışlarıyla, bütün organikliği ve dağınıklığıyla yaşayan bir şahsiyet olarak Paris’te "derbeder" dolaşırken, "makulün insanı" olamayışından yakınırken, ferdi varoluşunun da hakkı veriliyor. Ve fakat, fert ile cemiyet arasındaki bağlar sürekli orada bir yerde duruyor. Ahmet Hamdi de işte sürekli bunu fark ediyor; varlık hamuru üzerinde cemiyetin inkâr edilemez etkisi.
Kendi cemiyetine, Türkiye’ye dönüp baktığında (ki kendisi "Türkiye evlatlarına kendisiyle meşgul olmak imkânını vermiyor” demiştir bir yerde) yaptığı en önemli tespitlerden biri şu: "Mukavemet fikrini" kaybetmiş olmak. Yani "yeni"ye fazlasıyla teşne olmak ve bunun getirdiği hamlıklar: “Yeniye dair tekliflerin hemen hiçbiri bir mukavemet imtihanından geçmediği için tam manasıyla hayatımıza dahil olamıyordu.” İşte böyle sınanmamış, gökten zembille inen bir "yeni" eskiyi de berbat ediyordu, halen de ediyor. Bu eski-yeni meselesini geçmiş-şimdi’ye çevirirsek, Ahmet Hamdi’nin Paris’le yüzleşirken en çok üzerine düşündüğü mevzua geliyoruz: zaman. Türkiye’de Cumhuriyet’in ilanı ile tamamen bölünmüş geçmiş ile şimdinin Paris’te bir süreklilik arz ettiğini fark ediyor. Bunu fark etmesini sağlayan şey de Paris’in en eski kafesi olan Procope’un tekrar açılması. O kahvede Voltarie’in masasında otururken, mazi ile an’ın iç içe geçmesinin insana nasıl bir kudret verdiğini hissederek, bizde olsa bu kahvenin çoktan yıkılmış olacağını esefle belirtiyor.
Maziyi şimdiye bağlayacak mekân yok
Haksız değil, bizde böyle kültürel bir bellek oluşturup maziyi şimdiye bağlayabilecek mekânlar pek muhafaza edilmez. Buna iyi bir örnek, Ahmet Hamdi’nin hayatında ve dolayısıyla bu biyografide önemli bir yer tutan İkbal Kıraathanesi. Türkiye’deki edebiyat çevreleri için mühim bir yer olan ve Ahmet Hamdi, Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve diğerlerinin bir araya gelip Dergah’ı çıkarmaya başladığı, daha sonra Orhan Kemal ve Edip Cansever’in de uğrak yeri olan bu kültür odağı, 1960’larda kapandı. Eğer bu kıraathane yaşıyor olsaydı, Ahmet Hamdi’yi bulma yolculuğuna çıkan biyografi yazarımız kesin buraya da uğrardı.
Ama ne ironiktir ki, buraların edebiyatçılarını yad etmek isteyenlerin uğrayabileceği en önemli yerlerden biri yaşayan bir yer değil, Aşiyan Mezarlığı. Biyografi yazarımız da Edip Cansever’den Turgut Uyar’a, Yahya Kemal’den Ahmet Hamdi’ye birçok edebiyatçının yattığı Aşiyan Mezarlığı'na gidip Ahmet Hamdi’yi bulmaya çalışıyor. Hatta kitabın içinde Tanpınar’a yazdığı hayali mektuplar ve ondan gelen hayali mektuplar “Aşiyan’dan Mektuplar” ve “Aşiyan’a Mektuplar” adını taşıyor. Bu mektuplar sayesinde biyografi yazarıyla biyografi "malzemesi" arasında bir diyalog kuruluyor. Yazan-yazılan hiyerarşisi kırılıyor. Sefa Kaplan’ın bir mektubunda Ahmet Hamdi’ye dediği gibi "sizi yazmak"ın yanında "size yazmak" da ekleniyor.
Aslında Kaplan’ın Tanpınar’a yazdığı mektuplar “Bir tatlı huzur almaya geldik Aşiyan’dan” hissi de taşıyor. Huzur bulunuyor mu, hayır. Ama asıl mevzu huzuru bulmak değil, huzursuzluğa yol açıp, saadet ihtimalini ortadan kaldıran marazlarla yüzleşmek. Kişisel tonu ve üslubu hasebiyle bir Tanpınar biyografisinden ziyade, Ahmet Hamdi biyografisi olan bu yarı-roman-yarı-biyografiyi okuyunca Ahmet Hamdi’nin hem fikri saadet hem de ferdi saadete neden uzak olduğunu, onun başına musallat olan çelişkilerin bugün de halen nasıl devam ettiğini, sadece anlamakla kalmayıp, tecrübe de edebilirsiniz. Evet, herhalde en önemli şey de bu: "Roman" kıvamında yazılan bu biyografi insana, sadece mesafeli bir kavrayış değil çok şahsi bir tecrübe edinme olasılığı da tanıyor.
Yeni yorum gönder