Britanyalı yazar Kazuo Ishiguro, Nobel Edebiyat Ödülü’nü almasının ardından yaptığı konuşmada edebiyata dair evrensel fikirlerini birkaç cümlede, peş peşe sıralamıştı. Şimdiye kadar “büyük yazarlar”ın yaptığı gibi, edebiyatın geleceği için kimsenin itiraz etmeye yeltenmeyeceği ve söz söyleyemeyeceği Dostoyevski, Borges, Camus gibi yazarlara sığınmadı. Söyleşilerde duymaya çok alışmışızdır en sevdiği ve aşılamayacak yazarın 150 sene önce eser vermiş bir yazar olduğunu gururla dile getiren yazarları, yazarlarımızı! Böyle bir “garanticiliğe” göz dahi kırpmayan Ishiguro, genç yazarların edebiyata yön vereceğini, vermesi gerektiğini söyledi ve onlardan apaçık biçimde “yazma tavsiyesi” duymak istediğini söyledi: “Genç neslin bize ilham verip yol göstermesi gerekiyor. Gelecek nesil hikaye anlatmanın yeni, zaman zaman da şaşırtıcı yollarıyla karşımıza çıkacak. Onlara karşı açık fikirli olmalıyız.”
Türkiye’de de son yıllarda genç yazarların giderek artan bir ağırlığı söz konusu. Özellikle 2010’lu yılların genç yazarların çoğaldığı, her yerden ilk kitapların “fışkırdığı” bir dönem olduğunu ve bu dönemin hâlâ –yoğunluğunu artırarak– sürdüğünü hepimiz görüyoruz. Özellikle İletişim ve İthaki Yayınları genç yazarlara ve ilk kitapların üzerine epey eğilmiş halde görünüyor; “butik” diye andığımız yayınevleri de bu yöndeki çabayı “sessiz ve derinden” sürdürüyor.
Üst üste binen anlamlar
Genç bir yazar olan Kaya Tanış’ın yeni yayımlanan ilk kitabı Kurdeşen de, sonuç olarak 2010’lu yılların ürünü. Kitap boyunca adını dahi bilmediğimiz küçük bir çocuğun köy hayatında taşranın gerçekliği ile başa çıkma çabasını, o gerçekliğe alışma ve karşı çıkma mücadelesini okuyoruz. Sürükleyici ya da aşırılığıyla Hollywoodvari olduğu izlenimi yaratan olayların hiçbirine yer vermeyen Kurdeşen, taşraya özgü havayı tamamen taşranın koordinatlarıyla anlatmaya çalışan, kentli bakış açısını işin içine katmamak için çaba gösterdiği anlaşılan bir yazarın ürünü.
Akla Hasan Ali Toptaş geliyor. Tanış’ın da kitap genelinde Toptaş’ın ustaca kullandığı “büyülü” dile ister istemez öykündüğü ve bir şekilde göz kırptığı hemen anlaşılıyor. Doğum, ölüm ve düğün gibi köy hayatının, oradaki topluluk örgütlenmesinin sürdürülmesi için gerekli olan, tüm köy halkının mutlaka katıldığı etkinlikler Kurdeşen’in hikayesinin temelini oluştururken, kırılma niteliği taşıyan bu olaylar sözlü anlatıya özgü bir biçimde okura aktarılıyor: Mitolojik, alegorik köy anlatıları, geleneksel ve alışılageldik köy hikayeleri, kolektif inanca dayalı mitler ve tabirler…
Bir çocuğun sözlü kültüre dayalı bütün bu tabirleri anlayıp idrak etmesinin nihai imkansızlığı içerisinde bıçak, ağaç ve kaz gibi tekrarlayan metaforlara yönelen Tanış, üst üste binen ve Kurdeşen’in geneline dengeli değil, farklı yoğunluklarla dağılmış anlamlarla okuru baş başa bırakıyor. Kitabın açılış cümlesi olan, “Oğlum doğduğu zaman biz şehre taşınmamıştık; annem henüz kardeşime hamile değildi, babam ölmemişti ve ben daha çocuktum”u sürekli değişen ve tekrar eden biçimlerde görüyoruz: “Bir varmış, bir yokmuş” der gibi.
Masal, okurla ilişki kurabilir mi?
Gelgelelim gündelik gerçekliğin dışına taşan bir dile sahip Kurdeşen. Her ne kadar masalı andıran bir hikaye dinlesek de –ki öyküye bir gömlek büyük gelen, romana da iki gömlek küçük kalan bir kitap olduğunun altını çizmek gerek– masala özgü temel noktaları hissetmek güç. “Yetişkinler için masal” mı? Pek sanmıyorum. Kuşkusuz hiçbir edebiyat yapıtı “okunabilir” olmak zorunda değil ama okurla bir şekilde ilişki kurmak zorunda. Hele ki ancak ilişki yoluyla var olan sözlü geleneğe sırtını yasladığını iddia ediyorsa.
Kitaptaki anlatının bütünlüğünü görebileceğimiz tek nokta ise sadece yokluğuyla varlığını, hatta varlığından fazlasını hissedebileceğimiz “baba.” Baba-oğul ilişkilerine dair yoğun göndermelerin yer aldığı Kurdeşen’de –ölü ya da diri haliyle– baba, daima geçmiş ve gelecek kiplerde vücut bulabiliyor: “Annem beni hiçbir zaman affetmedi. Ben de babamı.” Kardeş katli, babayla kurulması imkansız ilişki gibi kitabın derdini yansıtan temaların yanı sıra “erklenme” gibi fallik noktaların da estetik bir minimalizmle harmanlandığının altını çizmek gerek: “Korkuyordum. Zincir, bıçak, dal, ağaç… Korkmuyordum.”
Kaya Tanış, bir söyleşisinde derdinin “başka bir anlatı oluşturmak” olduğunu söylemiş. Kurdeşen bunun için yerinde bir çaba ama aynı zamanda üzerine gidilmesi gereken bir çaba.
Görsel: Ömer Ozan Erdoğan (kitaptan)
Yeni yorum gönder