Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir "yalnızlık yeri" olsa herkesin...



Toplam oy: 1129
Mishael Pollan /// Çeviren: İlknur Urkun Kelso
Sinek Sekiz Yayınevi
Mimari ile yazı yazmak arasında güçlü köprüler kuran Bana Ait Bir Yer, doğayla aramızdaki iplerin inceldiği bir dönemde, bizi tekrar doğaya sürükleme kudretine sahip.

İnsanın mekanla ilişkisi, hayatı boyunca diğer binlerce şeyle kurduğu türlü türlü ilişkiye kıyasla en derin, en mahrem, en şaşırtıcı, en duygusal ve belki de insana dair en çok şeyi açık eden ilişki gibi geliyor bana... Barınma ihtiyacıyla başlayan bu yolculuk, pratik ihtiyaçlarımızın azıcık ötesine geçer geçmez, fiziki dünyanın gerçekliğini aşan, sınırları biraz muğlak, daha ruhla alakalı bir yere denk geliyor sanki. Ortalama iki yılda bir ev taşıyan, bir yerde orayı tam anlamıyla “benim” yapacak kadar vakit geçiremeden başka bir yerin yabancılığına alışmaya çalışan biri olarak –sanki iki sandalye arasına battaniye gerip altını “benim” yapmakta usta olan o kız çocuğu ben değildim– “mekan” denen şey konusunda kafam epey karışık. Beri yandan içinde yaşadığımız şehirlerin –özellikle İstanbul’un– belki de tarihte hiç olmadığı kadar hızla değişip dönüşüyor olması bu ruh halini iyice köpürtüyor. Belki de bu yüzden özellikle şu sıra “mekan” konusunda yazılmış her şeyi önemsiyorum ve kendi köksüzlüğüme inat “aitlik” hissiyatı üzerinden mekanı kurcalayan her yazara gözlerim dolasıya hayranlık besliyorum. Dolayısıyla, böyle bir dönemde Michael Pollan imzalı Bana Ait Bir Yer ile yolumun kesişmesi, bulunmaz Hint kumaşını bulmak gibi bir şey oldu... 

 

Bana Ait Bir Yer, en kestirme yoldan, Pollan’ın kitabın hemen girişinde belirttiği üzere bir binanın biyografisi. Pollan’ın eşiyle yaşadığı evin arkasındaki ormanda okumak, yazmak ve hayal kurmak için bizzat “kendi beceriksiz elleriyle” inşa ettiği kulübenin hikayesi... Bir “çalışma mekanı”, bir “yalnızlık yeri” ya da “kaçış hayali” olarak tasarladığı bu evi, önce kafasının içinde şekillendiyor Pollan, uzun uzun hayalini kuruyor. Ev sonra yavaş yavaş kağıttaki çizimlere dönüşüyor ve en sonunda da fiziksel dünyadaki yerini alıyor. Pollan birkaç yılda, epey sancılı bir yapım sürecinin sonunda, inşa ettiği “yazı evi”nin doğum hikayesini anlatırken -bu kısım yeterince enteresan olmakla birlikte- asıl başka bir şey yapıyor: Kitabın içinde başka bir katmanda inşaat sürecine paralel şekilde ilerleyen, hem akademik keskinliğe sahip tarihsel göndermelerle ve tespitlerle dolu hem de 40 yaşında “kendisine ait bir yer” yaratmak üzere kolları sıvamış bir adamın duygu dünyasında gezinen ve takdire şayan derecede samimi bir metin kaleme alıyor. Polan, mimarlık tarihinden insanın doğayla olan ilişkisine ve bu ilişkide kopan yaşamsal bağlara, benliğin kişinin yarattığı mekanlarda neredeyse “vücuda gelerek” karşılık bulmasından modernizm eleştirisine kadar sayısız mühim, bir o kadar da okuması keyifli konuya değiniyor. Polan’ın bu konulara dair göndermeleri ve adını geçirdiği iştah açıcı referans kitaplar ise Bana Ait Bir Yer bitse de yolculuğun bitmediğinin habercisi: Özellikle en son üniversitede okuduğum ve o zamandan beri elime almadığım Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası’nı tekrar hatırlamış olmaktan fazlasıyla mesudum. 

 

Soyutlanmanın panzehiri


Aslen bir editör olan Pollan’ın mesleği ile söz konusu evi kendi başına inşa etmesi arasında da çok güçlü bir bağ var: “Günümün büyük bir bölümünü başka insanların kelimeleri üzerinde çalışarak, bunları yeniden yazarak, yeniden gözden geçirerek, yeniden kelimelere dökerek geçiriyordum (...) Yaptığım iş gerçeklik dünyasına da pek bir şey katıyor görünmüyordu ve bilgi çağında romantik ve demode bir anlayış olabilir ama bana gerçek bir iş bunu yapmalıymış gibi geliyordu.” İlerleyen sayfalarda yazı evini kendi elleriyle inşa etmek konusunda ısrarını biraz daha açıyor: “Benim kadar kelimelere, kitaplara ve sandalyelere bağlı biri için normal koşullarda sebepsiz fiziksel çaba pek cazip bir şey değildi. Ama son zamanlarda, tesadüf bu ya, ancak bahçede çalışırken kolaylıkla edinebildiğimiz bilgi biçimlerini anlamaya başlamıştım. (...) Bu bana gerçekliğin ne kadar büyük bir bölümünü kelimelerimizin ağına takılmadan geçebildiğini ve yeryüzünün eti ile doğrudan çalışarak geçirilen zamanın soyutlanmanın en iyi panzehiri olduğunu hatırlatmıştı.” Pollan yalnız kalmak ve yazmak için kendisine bir yer inşa etme dürtüsüyle yola çıkarken, iki ayağının altında somut bir zemin hissetmek, taş gibi, ağaç gibi elle tutulur bir malzemeyle çalışmak arzusuyla bu hayalinin peşini kovalıyor. Bu yüzden mimarlara ve marangozlara gıpta ederek, kelimelerin dünyasına tezat şekilde gerçek dünyada “mecazi olmayan zeminlerde mecazi olmayan yapıların yükselişine” hayranlığını dile getiriyor.

 

Binayı aynı zamanda benliğinin bir uzantısı olarak algılıyor Pollan. Ona uzaktan bakmaktan ziyade onu deneyimleyip zaman içinde değiştirirken, onun tarafından değiştirileceğini de öngörüyor. Hatta inşaatın bitişiyle binanın bitmediğini, içinde yaşadıkça, yazdıkça ve hayal kurdukça tamamlanmaya devam edeceğini ve en sonunda bir noktada onun eski bir çift ayakkabı gibi üzerine tam oturacağını söylüyor. Ve bir gün yazı evi sonunda tamamlandığında, gecenin karanlığında elinde oraya taşıdığı kitaplarla ona dışarıdan bakıyor ve karşısındaki ışıkları parıldayan evin, içindeki kişiyi ve içinde yaşanmakta olan hikayeyi anlattığını düşünüyor. Bu evin “kendisine ait bir yer” olduğuna ikna oluyor. 

 

Mimari ile yazı yazmak arasında güçlü köprüler kuran Bana Ait Bir Yer, doğayla aramızdaki iplerin inceldiği, hayatlarımızın hiç olmadığı kadar soyut bir hale geldiği bir dönemde, bizi tekrar doğaya sürükleme kudretine sahip bir kitap. Memleketin vahşi gündeminden biraz olsun soluklanmak isterseniz, buna vesile olabilir. 

 

Mühim not: Kitabı –tatlı bir eşzamanlılıkla– Kazdağları’nda eşiyle birlikte kendi evini inşa ederken çeviren İlknur Urkun Kelso’ya bu pırıl pırıl çeviri için ayrıca teşekkürler. İğne çamlara selamımı iletir diye umuyorum.

 


 

* Görsel: Emre Karacan

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.