Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir yanıyla bilimkurgu, diğer yanıyla fantastik



Toplam oy: 669
Algan Sezgintüredi
April Yayıncılık
Düş ile gerçeğin, uzay ile zamanın, geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği ilginç bir roman.

Polisiye kitaplarıyla bilinen Algan Sezgintüredi, bu kez absürt bir romanla okurların karşısına çıkmış. Tür olarak da polisiyenin dışında bir alan seçmiş. Süperben romanının tam olarak hangi türde olduğunu kestirmek zor aslında, okuduktan sonra bile bu konuda insan emin olamıyor.


Algan Sezgintüredi de gerek tür gerekse üslup konusunun üzerinde çok fazla durmadığını, bunlara çok fazla takılmadan asıl anlatmak istediğinin çok başka şeyler olduğunu, nasıl yazdığıyla değil de ne yazdığıyla ilgilenilmesi gerektiğini vurgularcasına, romanın daha ilk sayfasında şöyle yazmış: “İlla müthiş, edebi, vurucu bir başlangıç yapmak gerekmiyormuş. Yapabiliyorsam iyiymiş tabii ama yapamıyorsam zorlamama gerek yokmuş. Kurguya, üsluba hiç takmamalıymışım.”


Süperben’in ilginç bir konusu var. Sadece hayal gücünü değil, her şeyi zorlayan bir konu seçmiş yazar. Emekli olduktan sonra, eşiyle beraber Ege’de küçük bir kasabaya yerleşir Cengiz. Günün çoğunu temiz hava eşliğinde vücut ağrılarını dinleyerek geçirir. Ununu elemiş elekle işi kalmayan bir yurttaştır. Emekliliğin ilk yılları olduğundan henüz araba sileceklerine bulaşmamış, pencereye konan kuşları nizama çekmemiştir. Şimdilik alışma evresindedir. Cengiz’in bu küçük kasabada yakın olduğu tek kişi, İshak Asımoğlu’dur. Küçük bir kahvehane işleten İshak Bey, Cengiz’in kendi seviyesinde gördüğü nadir kişilerdendir. İshak Bey bir akşam Cengiz’i arayarak, dostlarıyla beraber rakı içmeye çağırır. Beklemediği bir davettir Cengiz için, ama yine de gider. Masa kurulur ve sohbet başlar, zaten romanın en önemli kısmı bu uzun bölümde geçer. Masada, Cengiz’in tanımadığı iki kişi daha vardır; bunlar Hacı Veysel ile Nur Abla’dır. İshak Bey dahil bu üç kişi Cengiz’e çok tanıdık gelir. İlerleyen saatlerde nihayet bu üç kişinin kimler olduğunu hatırlar: İshak Asımoğlu, Hacı Veysel, Nur Sultan Leğenci... Bu üç kişinin kimler olduğu, en çok da okurlar için sürpriz olacaktır.


Bu gizemli üç kişinin kimler olduğu ortaya çıktıktan sonra sohbetin seyri bir anda değişir; ve böylece gece boyunca bilimden felsefeye, uzaydan zamana, fizikten siyasete geniş bir konu ağını içeren çok katmanlı bir sohbet başlar. Cengiz’in kafasında ise yığınla soru vardır ve bunları, hayranı olduğu bu üç kişiye sormak ister. Cengiz’in kafasındaki sorular, yapacak hiçbir şeyi olmayıp, günün büyük bölümünü internette uzay belgeselleri izleyerek kafayı kırmış birinin merak ettiği türdendir. Hazır böyle “önemli” üç kişiyi yakalamışken, merak ettiği her şeyi sormak ister. Ama aldığı yanıtlar sınırlıdır. Aynı zamanda dünya dışı varlıklar da olan İshak Bey, Hacı Veysel ve Nur Abla, Cengiz’in kafasındaki soruların da yanıtını bilmektedirler. Ama her ne hikmetse susmayı tercih ederler. Cengiz ise Büyük Filtre teorisinden Karaşef Ölçeği’ne, Büyük Sessizlik’ten Kara Delik’lere, Dyson Küreleri’nden Wow Sinyali’ne kadar deli sorularla kuşatılmış durumdadır.


Gecenin sonunda iyice sarhoş olan Cengiz, uyandığında kendini yatakta bulur, tüm bunların rüya olmasını umar ama gerçek onun beklediği gibi değildir. Durumu kavradığında, çok büyük bir görevle karşı karşıya olduğunu anlar; dünyayı olmasa da yaşadığı kasabayı kurtarması gerekmektedir. Böylece üç dostunun yardımıyla bu büyük görevin altına girer...


Algan Sezgintüredi, Süperben’de, gerek sorduğu sorularla gerekse ele aldığı konularla 21. yüzyıl insanının boğuştuğu sorunları dile getiriyor. Bir yanıyla bilimkurgu, diğer yanıyla fantastik bir zemini olan kitabın Hollywoodvari bir sonu var. Her ne kadar konusu absürt olsa da, sıkışmış ve nefes almakta zorlanan günümüz dünyasının sahip olduğu derin endişeyi merkeze taşıyor. Düş ile gerçeğin, uzay ile zamanın, geçmiş ile geleceğin iç içe geçtiği ilginç bir roman.

 

 

 


 

 

 

Görsel: (kitaptan)

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.