Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bir Yönetmenin Günlüğü: Sinematograf Üzerine Notlar



Toplam oy: 201
Bresson ısrarla ve büyük bir titizlikle duygulardan arındırılmış bir ruhsallığı öne çıkarır, mesafeli ve soğukkanlıdır. Bütün melankolisine rağmen gerçekçidir; kendisini ve sanatını da aynı soğukkanlılıkla tanımlar. Sinematograf Üzerine Notlar’da şöyle diyor: “Başarımız ne kadar büyükse başarısızlıktan o ölçüde kıl payı kurtulmuşuz demektir. Tıpkı bir resim şaheserinin kötü bir resim olmaktan kıl payı kurtulması gibi.”

“Gerçekle sahtenin karışımı

sahteyi verir.”

 

1950’li yılların başından itibaren Bergman, Fellini ve Bresson biçimsel ve estetik olarak sinema sanatına dair söylenebilecek hemen her şeyi söylemişlerdi. Sinema onların elinde hem yeni bir anlam kazanmış hem de ana gövdeden koparak bağımsız, özgün ve sıra dışı bir kimliğe kavuşmuştu. Bu yeni anlayış sinemada saf ve katışıksız olanı arıyor ve onu yepyeni bir forma dönüştürüyordu.

 

Yorgun bir çağın geride bıraktığı yıkımlar ve hezeyanlar, yalnızlık ve çaresizlik içinde ruhları çepeçevre istila eden kaygı ve endişe, Tanrı’ya sığınma ve kesif bir umutsuzluk… Özelikle Bergman ve Bresson’un filmlerinde rastladığımız ansiyotik karakterler, sembolik olarak bir umutsuzluğun ve terk edilmişliğin çaresiz çırpınışlarıdır. Sessizlik korkunç bir cezadır. İman şüpheyle kapışmaktadır. Ve sonuç değişmez: Şüphe her zaman kazanır, iman hiçbir zaman kaybetmez. Bergman’ın ve Bresson’un karakterleri daima “tehlikeli belki”nin gölgelediği bir maveraya açılır.

 

Bresson yakın zaman önce yayınlanan Sinematograf Üzerine Notlar’da şöyle diyor: “Gerçekle sahtenin karışımı sahteyi verir.” Bu nefis cümle hatalarında bile değerli ve anlamlı bir tutarlılık yakalamış olan sanatçı/yönetmen kuşağının amentüsü gibidir: Saf olana ulaşana dek yapılan her şey boş bir çabadır; imge yığınları arasında bocalamak ve duyguların karmaşası içinde aradığını bir türlü bulamadan yorgun düşmektir.

 

Burada temel mesele “gerçek”le kurduğumuz bağın keyfiyeti: sanat gerçeğe yaklaştıkça katılaşıyor ondan uzaklaştıkça buharlaşıp başka bir mecraya akıyor. Bu bütün sanatların özünde var olan ilham verici, baştan çıkarıcı bir paradoks: Sanat dünyayı taklit etmeyecek ya da onu açıklamayacak; yine de var oluşun muğlaklığını, öngörülemezliğini, tuhaf ve anlaşılmaz olan karşısındaki şaşkınlık ve çaresizliğimizi bir suretin arkasına gizleyerek kederin, şüphenin ve gerçeğin ağırlığını hafifletecek. Çünkü Nietzsche’nin buyurduğu gibi “Hiçbir şey ‘gerçek’ten daha tehlikeli olamaz!”

 

Bresson ısrarla ve büyük bir titizlikle duygulardan arındırılmış bir ruhsallığı öne çıkarır, mesafeli ve soğukkanlıdır. Bütün melankolisine rağmen gerçekçidir; kendisini ve sanatını da aynı soğukkanlılıkla tanımlar. Sinematograf Üzerine Notlar’da şöyle diyor: “Başarımız ne kadar büyükse başarısızlıktan o ölçüde kıl payı kurtulmuşuz demektir. Tıpkı bir resim şaheserinin kötü bir resim olmaktan kıl payı kurtulması gibi.” Olmakla olmamak arasında ince bir çizgi, hafif bir dokunuş, belirsiz bir an: Bir yönetmen için bu yöntem fazlasıyla poetik bulunabilir ancak sonuçlar yöntem tartışmasını anlamsız kılacak kadar parlaktır.

 

ALTIN PALMİYE’DEN OSCAR’A BONG JOON-HO

 

Bong Joon-Ho, her yönüyle ilginç bir yönetmen. Filmleri benim için hem bir hayal kırıklığı hem bir başarı öyküsü. Yönetmen sanatla popüler kültür arasındaki tehlikeli çizginin her iki tarafında da olabilen bir isim. Aksi halde, Parazit ve Cinayet Günlüğü filmlerini yöneten kişinin - ucuz bir Hollywood filminin Güney Kore uyarlaması gibi duran- Yaratık (Gwoemul, 2006) filmini de yönetmiş olduğuna inanmak çok zor olurdu.

 

Bong Joon-Ho bu karmaşık filmografisine rağmen 2003 yılında yapmış olduğu Cinayet Günlüğü ile sayıca az ama hatırı sayılır bir kitlenin ilgisini çekmeyi başardı. Cinayet Günlüğü bir cinayet filmi olmanın ötesine geçerek metruk bir coğrafyada ölümden daha ağır bir yalnızlığın, maktullerin cesetlerinden daha soğuk ve kaskatı kesilmiş bir zamanın çerçevelerini sunuyor bize. Bong Joon-Ho belli ki çok iyi bildiği bir coğrafyayı samimiyetten uzaklaşmadan anlatıyor. Başarısını yalnızca samimiyetine borçlu değil; zira samimiyet çabuk tükenen bir malzemedir ve birçok başarısız filmin mayasıdır; büyük fikirler ve idealler gibi o da tehlikelidir. En yakın yüzleşme ya da sınanma anında sessizce ortadan kaybolur. Bong Joon-Ho Cinayet Günlüğü’nde bu tuzaklardan kurtulmayı başararak, sinema tarihindeki yerini alıyor. Ama onu popüler bir yönetmen olarak bütün dünyanın ilgisine sunan asıl başarı Parazit (Gisaengchung, 2019) ile geliyor.

Bir sınıf çatışması parodisi: Parazit
Parazit Altın Palmiye’den Oscar’a giden yolda üzerinde en çok konuşulan filmlerden biri oldu. Övgüler eleştirileri geride bıraktı. Film Oscar tarihinde ilk defa şahit olduğumuz bir dizi yeniliği beraberinde getirdi. Bütün bunlar bir yana hem ülkemizde hem de yabancı dergilerde dikkatimi çeken yazıların odak noktası filmin bir sınıf çatışması eleştirisi olduğu yönündeydi. Açıkçası Parazit bazen öylesine politik olma arzusuyla doluyor ki sırf bu yüzden politik iddiasını yitiriyor.
Film komediden trajediye, politik göstergeleri yedeğine alarak kararsız bir seyir takip ediyor. Filmin işaret ettiği iki ayrı dünya arasındaki kesin çizgiler ve kontrastlar öylesine belli ki arka planda, kurmacanın abus siluetini görüyoruz sürekli. Aynı kurmaca hissi, yoksul ve asalak Kim ailesinin bütün fertleriyle Park ailesinin villasına sinsice yerleşmesiyle kendini bir kere daha hatırlatıyor. Ucuz komedi filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz ne komik ne de gerçekçi olan bu tür numaralar filmin başarısına gölge düşürüyor.
Her nasılsa, Kim ailesi Park’ların villasına yerleşmeyi başarıyor. Bay ve Bayan Park’ın yoksul ve sıradan insanları aşağılarken onların iğrenç kokularından bahsediyor olması da galiba bu sınıf farkının en keskin göstergesi olarak karşımıza çıkıyor; ancak yine fazlasıyla kurmaca bir dünyanın sınırlarında kalarak ve gerçeklikten koparak… Bu haliyle Parazit sınıf çatışmasını anlatan politik bir başyapıt gibi durmuyor, aksine sınıf çatışmasının parodisine dönüşüyor.
En iyi özgün senaryo ödülüyle taçlandırılan Parazit gözden kaçmayan, bağışlanamaz dramatik hatalarla malul: Gereksiz derecede uzatılmış bir final; inanılması güç sürprizler; tatsız, zorlama ve son derece kabaca planlanmış tesadüfler… Bütün bu zaafların gözden kaçması ya da yok sayılması biraz da sinema sanatının bugün geldiği noktayı işaret ediyor: Çünkü dikkatler ve ilgiler mutantan bir gösteriye odaklanmışken, ruhun derinliklerinden çıkarak ışığa, sese ve renge dönüşen sahici hikâyeleri fark edebilmek oldukça zor.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.