90’lara kadar bir sadelik hâkimdi kitaplar dünyasında. Sessizce çıkarlardı kitapçı raflarına. Hele 70’ler, 80’ler, çoğunlukla tesadüfen keşfederdik kitapları. Kitapçıya aklımızda bir isim ile gittiğimiz nadirdi. Küreselleşme ile birlikte biz de keşfettik pazarlamayı. Köşe dönmecilik her nesneyi adamakıllı metalaştırdığı gibi, kitabı da metalaştırmanın dibini buldu. Yazar da bu hiper-metalaşma sürecinin önemli halkalarından birisi haline geldi. Eski kitaplarla zamane kitaplarının arka sayfalarını bir karşılaştırmak yeterli. Artık herkes o kapağın altındaki metnin ne olağanüstü, ne aykırı, ne duyulmamış bir nane olduğunu duyurmak için yetkili-yetkisiz mercilerin sözlerine baş vuruyor. Amaç tüketicinin (okur değil) satın alma güdüsünü harekete geçirecek, hedef kitleye en uygun sözcükleri seçerek malını çok satar yapabilmek. Bir de yerli kitaba yabancı bir referans verebiliyorsan şahane! “Avrupa’yı sarsacak yeni Türk yazar, uyuşmuş beyin kıvrımlarınıza Boğaz’ın nefis havasını üfleyerek bedeninizi dinamitliyor!” İngilizcede “Too good to be true,” diye bir deyiş vardır; Türkçeye, “Gerçek olamayacak kadar iyi/harika/mükemmel” şeklinde çevirebiliriz. Saftirik âşıkların aşkın ilk safhasında sevgilileri için henüz kokmuş çoraplarını, ilkel kıskançlık krizlerini, ana-baba travmalarının kalıntılarını tanımadan önce hissetikleri duygudur bu. Artık çoğu kitapla ilgili tanıtımları, arka kapak incilerini okuduğumuz zaman hissettiklerimiz buna benziyor. Zamane yazarlarının hepsi klasik olmaya aday mükemmel metinler kaleme alıyor, başımız dönüyor mükemmellikten. Zaten kitap tanıtımı da bir endüstri haline geldi...
Abartmanın sakıncası ne? Şu: beklentiyi çok yükseltiyorsunuz. Konu mesela cep telefonu değil de kitap olunca işler karışıyor. Ekran büyüklüğü, efendim piksel sayısı, arka ön kamera konularında manipülasyon yapamazsınız. Ama bir metnin çığır açıp açmadığını, yeni bir tür yaratıp yaratmadığını, edebiyat dünyasına bir bomba gibi düşüp düşmediğini cetvelle ölçmenin imkanı yok. Bunlar kitabı hiç eline almamış metin yazarının, yazarı çok seven isim sahibi eşin dostun, kitabı okumamış yayıncısının ifadeleri olabilir. “Buna şu kadar piksel dediler, ama o kadar değilmiş,” diye gidip kaymakamlığın tüketici masasına şikayet edemezsiniz; düşeceğiniz bir sonraki tuzağı beklersiniz kuzu kuzu.
Rakıyı karanfille içen bilge
Ömer Faruk’un Yarabıçak adlı, Banka Soymuş Bir Devrimcinin Samimi İtirafları alt başlıklı, denemeler toplamı olduğu belirtilen kitabı da, erkenden başlayan “kitap çıkacak” haberleri ve köşe yazıları da, kitabın iddialı ismi, arka kapak için özel yazılan metni ve başına eklenen uzun sunuşu da merağımı celbetti ve bünye bu kadar gaz alınca da heyecanlandım. İnsan heyecanlanmaz mı? “Hayata dair temel soruların kökenine hikâye, şiir, şarkı, sinema ve felsefenin içinden geçerek” ineceğim vaat ediliyordu. Ayrıca, “Ömer Faruk'un son derece cüretkar metni cevapları değil, yeni soruları doğuruyordu.” Ve “Yarabıçak özgürlüğün bir durum değil, bir pratik olduğunu ve bu pratiğin hedef aldığı sınırların nesnesi olmak ile öznesi olmak arasındaki sinsi geçişliliği görmek ve hatırlamak için dikkatle okunması gereken çok katmanlı bir metindi.”
Öncelikle alt başlığı unutunuz: Öyle bir şey yok. Devrimcimiz bir banka soygunu planlamış ama fiilen gerçekleştirmemiş. Dolayısıyla devrimci bir maceraya ilişkin anılar canlanıyorsa gözünüzün önünde, olayın bankada geçmediğini söylemek zorundayım. Öte yandan banka soymamış ama soyduğunu düşünmemiz istenen devrimcimizin “itirafları”na da pek rastladığımı söyleyemeyeceğim. Daha çok, rakıyı karanfille içen bilge adamın, banka soygunu tasarlamış ama eyleme katılmamış kaçak devrimciye önce Boğaz kıyısında, sonraki yıllarda da evinde çektiği söylevler söz konusu olan. Dolayısıyla hem banka soymamış hem de pek bir şey itiraf etmeyen bir devrimci söz konusu metinde. Daha sonra hayatını bu düzende nasıl idame ettirdiğini, söylemine uygun bir yersiz yurtsuzluğu, göçebeliği eyleme geçirip geçiremediğini de öğrenemiyoruz.
Deleuze-Guattari ve Çingene açılımları elbette ilginç ve yararlı. Vurgulamak istediğim de bu; bu ilginçliği ve yararlılığı abartırsak, zararlı kısma geçmeye başlıyoruz. Şunu düşünmeden edemiyorum: Daha mütevazı bir başlık atılsaydı, kitabın içinde ve dışında metne yönelik bu kadar tantana yapılmasaydı ve ben kitaba metindeki sorgulamalarla uyumlu bir sadelik ve içtenlikle başlasaydım, acaba daha yakın hisseder, daha çok sempati duyar mıydım? Eleştirip sorguladıklarını iletirken cılkını çıkarmasa daha sahici bulmaz mıydım? Muhtemelen öyle olurdu.
Özellikle gençlere tavsiye ediyorum kitabı. Deleuze bahsinde daha yetkin hissedenlerin ise kendilerinin karar vermesi en doğrusu.
* Görsel: Seda Mit
Mükemmel bir eleştiri. Hayati Roman namlı kişiyi suya sabuna dokunmayan piyasa eleştirmenlerinden biri sanırdım. Değilmiş. Güzel. Bu arada Ömer Faruk gibiler 7/24 reklam, tanıtım yapsalar ne olur? Reklamla bile kurtaramazlar. Herkes Orhan Pamuk veya Ahmet Ümit kadar yetenekli değil reklamcılık konusunda.
Yeni yorum gönder