Bir yazarın adının kendi romanlarından ziyade sinema uyarlamaları sayesinde hatırlanması ne büyük talihsizlik. Paul Bowles da işte o yazarlardan biri. Türkçeye henüz çevrilen bir romanı yoktu ama Bernardo Bertolucci’nin Çölde Çay filmi sayesinde başyapıtı Esirgeyen Gökyüzü’nün konusunu bilmeyen kalmamıştı. Belki de filmi sayesinde önce Esirgeyen Gökyüzü (1991) yayımlandı Türkçede, ardından da Yükseklerde (1995)... Ancak Paul Bowles’un romanları Bertolucci’nin filmi kadar ses getirmedi. Öyle ki, Yükseklerde, ikinci baskısını neredeyse çeyrek asır sonra -geçtiğimiz ay içinde- yapabildi; Esirgeyen Gökyüzü ise o şansı henüz bulmuş değil. Umarım ilk kez Türkçeye çevrilen Yağsın Yağmur sayesinde Bowles yeniden hatırlanır.
Paul Bowles, 1910’da New York’ta dünyaya geldi. Küçük yaştan başlayarak müzik ve yazı alanındaki yeteneğini ortaya koymuştu. Öğrenimini -hayranlık duyduğu Edgar Allan Poe’nun da okuduğu- Virginia Üniversitesi’nde tamamladıktan sonra 1930’larda birkaç kez Paris’e gitti. Dergilerde yayımlanan sürrealist şiirleri sayesinde Gertrude Stein’ın ilgisini çekti ve onun aracılığıyla Paris’in edebiyat ve sanat çevrelerine, oradaki bohem hayatına katıldı. İlk Tanca seyahatini de Stein’ın önerisi üzerine 1931’de gerçekleştirdi. Sonrasında Berlin’de kaldı. 1937’de New York’a döndü. Orson Welles ve Tennessee Williams’ın yapıtları için oyun müzikleri yaptı, bunların yanı sıra orkestra müzikleri besteledi. 1938'de -sonradan adını iki romanıyla duyuran- Jane Auer ile evlendi. Balayı için çıktıkları yolculuk yıllarca sürdü. Nihayet 1947’de -Bowles’un 1999’daki ölümüne kadar yaşayacağı- Tanca’ya yerleştiler. Esirgeyen Gökyüzü (1949), Yağsın Yağmur (1952), Spiders House (1955, “Örümcek Yuvası”), Yükseklerde (1966) ve Too Far From Home (1991, “Evden Çok Uzakta”) adlı romanları, yirmiye yakın öykü ve beş şiir kitabı, çeşitli gezi ve otobiyografik yapıtları olan Paul Bowles; Jean-Paul Sartre, Isabelle Eberhardt gibi yazarların yanı sıra Faslı edebiyatçılardan Driss Ben Hamed Charhadi, Mohammed Mrabet, Mohamed Choukri, Abdeslam Boulaich, Larbi Layachi ve Ahmed Yacoubi’nin çok sayıda yapıtını da İngilizceye çevirdi.
Çölde ya da şehirde
Girişte de altını çizdiğimiz gibi, ünlü İtalyan yönetmen Bernardo Bertolucci tarafından Çölde Çay adıyla filme alınan ilk romanı Esirgeyen Gökyüzü, Bowles’un başyapıtı olarak gösterilir. Paul Bowles, ülkelerini -modern dünyayı- terk ederek başka diyarlara göç eden Amerikalıların hikayesini anlatmaya bu romanıyla başlar. Esirgeyen Gökyüzü’nün roman kahramanları evli bir çifttir. Fas’tan Afrika'nın içlerine doğru amaçsızca çıktıkları yolculukta önce birbirlerine daha sonra dünyaya karşı yabancılaşırlar. Bowles, Batılı iki insanın Doğu'da farkına vardıkları yabancılaşma halini yansıtırken Sahra Çölü’nü bir metafor olarak romana katmış, onların ruhsal çölleşmesini, gerçek çölde ve insanın iç çölünde geçen bir macera üzerinden anlatmıştı.
İkinci romanı Yağsın Yağmur’da da mekan yine Afrika – ve yine Fas. Ancak bu kez şehirdeyiz. Roman kahramanı Nelson Dyar, New York'ta veznedar olarak çalışmaktan, hayatın tekdüzeliğinden ruhu daralmış, otuzlu yaşlarda bir Amerikalı. Eski bir arkadaşının iş teklifini kabul ederek Tanca’ya gelir. Tanca’nın özel bir statüyle yönetildiği, kentte her ülkeden casusların, girişimcilerin, maceracıların ve bağımsızlık yanlısı Arap milliyetçilerinin kaynadığı yıllar. Dyar, kısa zamanda Tanca’nın hayatına ayak uydurmaya, kentin zengin yabancıları ve güç sahibi yerlileriyle arkadaşlık kurmaya başlar. Fahişelik yapan genç bir Arap kızıyla ilişkiye girer. Ancak maddi açıdan durumu parlak değildir. Arkadaşının işyerinde karanlık işler döndüğünü anlaması uzun sürmez. Zihninde dolaşan "Burada ne yapıyorum? Nereye gidiyorum? Bütün bunlar ne demek? Bunu neden yapıyorum? Neye faydası var? Şimdi ne olacak?” sorularıyla baş edemeyen Dyar, sonunda olacak olanı kendisi oldurmaya karar verecek hamlesini yapacaktır. Hayatının geri kalanını derinden etkileyecek tehlikeli bir hamle...
Ülkelerinden uzaklarda kendisine bir hayat kurmak ya da kendisini keşfetmek isteyen ama kah kültürel farklılıkların üstesinden gelememekten kah keşfedilecek bir şeyin yokluğundan o uzak diyarlarda kaybolup giden ya da mutsuz ve yenik bir ruh haliyle geri dönen Amerikalılarla ilgili pek çok roman yazıldı. Henry James’in, Hemingway’in, Fitzgerald’ın, Iserwood’un isimleri geliyor aklıma. Hindistan’a Bir Geçit romanıyla E. M. Forster’ı, Renkli Peçe ile Somerset Maugham’ı da ayrıca anmadan geçmeyelim. Bowles, bir kısmı çağdaşı olan bu yazarlar gibi hem büyük ekonomik bunalımın hem de iki dünya savaşının yıkıntılarını yaşamış, kapitalizmden ve giderek insanlığın geleceğinden umudunu kesmişti. Bütün romanlarında bu umutsuzluğun karamsar tonlaması vardır. Zira ardında bırakmak istediği “medeniyet” dünyanın bu ücra köşelerine kadar yayılmıştır. Yağsın Yağmur’un önsözünde kendisinin bir karikatürü olduğunu belirttiği Richard Holland karakterinin ağzından bu durumun altını çizer. “Uygarlık illetine teşhis koyucu olma rolünü benimsiyen, üstelik her seferinde olumsuz bir sonuca varan” Richard Holland, New York ve Tanca’nın farksız olduğunu söyleyecektir Nelson Dyar’a: “O zaman ikisinin nasıl benzeştiğini fark etmiş olmalısınız. Hayat bütünüyle para kazanmak üzerine dönüyor. Neredeyse herkes sahtekâr. New York’ta Wall Street, burada Borsa. Başka yerlerin borsasına benzemiyor; ama şehrin ruhu, raison d'etre’i. New York’ta açıkgöz yatırımcılar, burada dövizciler. New York’ta haraç keserler. Burada kaçakçılık yaparlar. Ve herkes bir diğerinin kanını emmek için pusuda bekliyor.”
Bu değinmeler dışında romanda toplumsal ve siyasi meseleler doğrudan tartışılmıyor. Buna başta Nelson Dyar olmak üzere bütün roman karakterleri, Tanca kenti, hiç dinmeyen yağmurlu havası titizlikle işlenmiş. Ağır ağır ilerleyen, sonlara doğru başdöndürücü bir hız kazanan hikayede Nelson Dyar’ın patlamaya hazır ruh halinin tasvirleri ve final sahnesi son derece başarılı.
Bowles sonraki romanlarında da aynı temayı sürdürmüştü. Spider's House’da mekan yine Fas’tı. Amerikalı roman kahramanlarının yolculukları -gerçek bir gerilim şaheseri niteliği taşıyan- Yükseklerde’de Güney Amerika’ya, Too Far From Home’da ise uzakdoğuya yönelecektir. Ama nereye giderlerse gitsinler -ister çöle, ister şehire, ister Güney Amerika kırlarına, ister Mali’ye- yabancılaşmanın pençesinde kıvranan bu insanlar vaat edilmiş toprakları bulamazlar. Sorun onlarda değil hayatın kendisindedir...
Görsel: Tayfun Yağcı
Yeni yorum gönder