Yabancısı olduğumuz yazarların kitapları Türkçeye çevriliyor peyderpey. Orijinali 2014’te yayımlanan ve 2016’da Finlandiya Edebiyat Ödülü’nü kazanan Beyaz Açlık, tam da Fin destanı Kalevala’nın tam çevirisinin (Everest Yayınları) raflara çıktığı günlerde yayımlandı.
İskandinav edebiyatının bir anlamda “kapalı kutusu” olan Finlandiya’nın, Kıta Avrupası’nda olmasa bile kendi coğrafyasında tanınan yazarı Ollikainen, Beyaz Açlık’ta ülkenin hem derdi hem de devası diye nitelenen kışın, sert yüzünü, 1800’lerin ikinci yarısında nasıl gösterdiğini ve insanları nasıl yersiz yurtsuz bırakıp birbirine düşürdüğünü anlatıyor.
Ollikainen, bir kısırdöngü ile ilerliyor romanda: Dondurucu soğuğun doğurduğu sefaletin insanları daha da üşütmesi… Satrançta feda edilen piyonlar misali, geride kimin bırakılabileceğinin düşünülmesi de zihinleri kurcalayan başka bir şey. Tabii bu son, hatta mümkün olduğunca akla getirilmek istenmeyen bir ihtimal.
1800’lerin ikinci yarısında soğuk ve sefaletin yarattığı açlıktan kırılan Finlandiya tasvirini şu cümleyle biraz daha güçlendirmiş yazar: “Açlık, halkın en zayıf fertlerini, bahçıvanın elma ağacının dayanıksız dallarını budaması gibi eliyor.”
1867’de, hem soğuktan hem de sefaletten kaçıp St. Petersburg’a gitmek üzere yola çıkan binlerce insandan biri de, iki çocuk sahibi Marja. İkileme düşen ve ülkesinde kalamayan Marja ile çocukları, büyük bir risk alarak yola koyuluyor. Pek çok insan için “ölüm göçü” anlamına gelen bu gidiş, kar esaretinin yanı sıra hayatın acımasız gerçeklerini de karşılarına çıkarmaya gebe.
Marja ile diğer insanların umudu, uzaktaki Petersburg’da Finlandiya’dakinden daha fazla ekmek bulmak. Bu nedenle Rusya, yoldakilere bambaşka bir dünya gibi görünüyor. Yaşananları “Tanrı’nın inayetine bağlayanlar” ile Tanrı’ya inanmayanlar da aynı yolda. Amansız kış şartları ve açlık, inançları ve rastlantıya bel bağlayışları sorgulatacak cinsten. Tüm bu koşullarda, herkes çok fazla bir şey düşünmeden ilerlemek zorunda.
Sonsuz ve renksiz bir karanlık
İnsanların birbirini yediğine dair rivayetlerin ortalıkta dolandığı yolculukta, hırsızlara gereken ceza verilirken, zaman zaman açlık ve hastalıktan başka şeyler konuşulabileceğine ilişkin bir umut da doğuyor.
Ollikainen’in yolculuk ve göç anlatımı aslına uygun biçimde gerginliğin, iftiraların, şüphelerin ve bozuk ruh halinin hâkim olduğu bir minvalde seyrediyor. Marja’nın odak noktası olduğu romanda, kasvetli kahkahalar ve bir anda bastıran melankoliyle karşılaşıyor okur. Yoldakiler, bir toplu mezarda olduğunu düşünüyor çoğunlukla.
Toprak sahipleri ve soylular ile açlık ve soğuktan kaçanların burun buruna gelmesi ise romanın en ironik taraflarından. Kısacası, delirmeyen çok az insanın kaldığı bir ortam bu: Her şey Marja’nın bir gece gördüğü rüyaya; “sonsuz ve renksiz bir karanlığa” benziyor. Fakat tek bir şeyin; ölümün rengi var, o da beyaz.
Koro halinde uluyan köpekler, Marja’nın karşı karşıya kaldığı suçlama ve geride bırakılanların hayaletleri, ölüm beyazlığını keskinleştiriyor. İnsanlar umutsuzca yollarda ama bu, aynı zamanda onların olanağı. Ollikainen’in romanda gündeme getirdiği en önemli paradokslardan biri bu. Bir diğeri ise özgürlük-tutsaklık bağlamında: “Özgürlüğe ne kadar yaklaşırsak gitgide artan bir telaşla ulaşabileceğimiz bütün zincirlere dokunmaya çalışıyoruz. Kendi özel mecburiyetlerimiz bizi yargıların peşinden koşturuyor. Zincirlerin uzunluğu serbestliğimizin sınırlarını ortaya koyuyor, sadece kaderimizden tatmin olarak o zincirlerden bağımsız yaşayabiliriz. Zincirlerin en ağırı, kendi arzularımız. Ancak arzularımızı yok edersek kurtulma çabamızdan vazgeçebiliriz.”
Ollikainen’in, Beyaz Açlık’ta birey ve toplum eleştirisine giriştiği aşikar. Kar, sefalet, göç ve yolda karşılaşılanlar, bireysel tercihleri belirliyor. Tüm bunlar, kişisel seçimlerin topluma nasıl yansıdığını gösteren birer öğe olarak da kullanılmış yazar tarafından. Böylece 1800’lerin ikinci yarısını konu almasına rağmen, her dönem geçerli olabilecek belirlemelerle örülü bir kitap çıkmış ortaya.
Görsel: Servet Kesmen
Yeni yorum gönder