Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Biz yapmadık, savaş yaptı



Toplam oy: 1268
Amin Maalouf
Yapı Kredi Yayınları
Bir erkek ile iki kadından oluşan bir dünyanın bu kadar 'normal', bu kadar gürültüsüz patırtısız olması pek yatmadı benim aklıma. Sanırım 'kadın öfkesi'ydi romanda eksik olan, galiba öyleydi.

Geçmişi yoklamak yürek ister. Geçmiş, yıllar önce terk ettiğin ve bir daha geri dönmediğin veya dönemediğin ülken, zamanla koptuğun arkadaşların, yitirdiğin gençliğin ve vazgeçtiğin hayallerin ise onu aklından şöyle bir geçirmek bile yeterince can acıtıcıdır. Zordur geçmişi anlatmak. Hele de kendi geçmişinse bu. O çok kişisel olanın yapış yapış hüznüne yuvarlanıverir insan bir bakarsın. Ya da bilakis, mesafeli olacağım diye duyguları ıskalayıverir, kupkuru bir tarihi dokümandan farkı kalmaz anlatılanın. Arasını başarmak maharet ister. Amin Maalouf yeni romanı Doğu’dan Uzakta’da geçmişe bakıyor, geçmişi anlatıyor. Ve söz konusu kıvamı layıkıyla tutturuyor.

 

 

 

 

Sekiz yıllık aradan sonra Maalouf okurlarının hasretle kucakladığı Doğu’dan Uzakta, otuz yıl sonra doğduğu topraklara dönen ve orada bıraktıklarıyla yüzleşen bir adamın ‘eski’ ile olan hesaplaşmasını anlatıyor. Ellisine merdiven dayamış, her ne kadar adı geçmese de Lübnanlı olduğunu bir şekilde bildiğimiz, Paris’te yaşayan tarih profesörü Adam’dır bu. Vakti zamanında en yakın arkadaşı olan, fakat uzun yıllardır konuşmayı reddettiği Murad’ın ölüm döşeğindeyken ettiği telefonla apar topar geri geldiği ülkesinde, onu bir cenazeden fazlası bekliyordur. Birkaç gün olarak planlanmışken on altı güne uzayan bu ziyaret, pek çok karşılaşmaya ve neticesinde pek çok olaya gebedir.

 

 

 

 

 

 

Lübnan’da iç savaşın patlak vermesiyle dağılan bir grup üniversiteli arkadaştan biridir Adam. Eski Lübnan’ın çokkültürlü ortamında 70’lerin gençlik hareketinden nasiplenmiş, sık sık Murad’ın ailesinin köy evinde toplaşan bir grup arkadaşlardır. Hayalleri vardır, geleceğe dair gençlik umutları. Adam, otuz yıl sonra savaşın her şeyi kökünden söküp attığı ülkesine döndüğünde, o günlerin izini sürer sıklıkla. Zihninde anılarını ziyaret eder, hatırlamaya çalışır, eski mektupları okur, zamanda yolculuğa çıkar. Bir defter tutar bu on altı gün boyunca. Onları bugünlere getiren olayların hikayesini yazar. “Çok büyük bir bellek çabası” göstererek doldurduğu bu defter –ki romanla eşzamanlı onu da okuyoruz– bir iç hesaplaşmasıdır. Geçen zamanda kimi ölmüş, kimi dünyanın başka bir yerine göç etmiş, kimi geride kalıp savaş koşullarına ayak uydurmuş, kimi bir militan, kimi çok zengin bir inşaat mühendisi olmuş, kimi keşişliği seçip inzivaya çekilmiş, kimi masum, kimi o kadar masum olmayan dostlarının her biriyle ilişkisini didikler. Gençliğinin hayaletleri bir bir sökün ederken, ülkesine yabancı biri gibi dönüşünü, eski hayatına dahil olamayışını sorgular. Savaşın hayatları üzerindeki tahribatını dillendirir mütemadiyen: “O kardeşlik anı meğer ömrümün en güzel anı olacakmış. Sonra oradan savaş geçti. Hiçbir ev, hiçbir hatıra hasarsız kalamadı. Her şey çürüdü: Arkadaşlık, aşk, adanmışlık, akrabalık, inanç, sadakat. Hatta ölüm. Evet, bugün ölüm bile bana kirlenmiş, bozulmuş geliyor.” Gençlikte inandıkları ve onun ülkeyi terk ederek ‘hain’ ilan edildiği ‘dava’larının gerçekliğini sorgular: “Etrafımızda temiz veya en azından güvenilir insanlar tarafından savunulan haklı bir dava var mıydı? Ben kendi payıma bundan kuşkuluyum.” Adam’ın amacı, her şeye rağmen ölen dostlarının anısına, kalan dostlarını tekrar bir araya toplamaktır. Onunki hayatın gerçekliğinin yanında alabildiğine naif bir istektir. Zira ne insanlar aynıdır artık ne de doğup büyüdükleri topraklar…

 

 

 

 

Doğu’dan Uzakta’da anlatılan aslında insan hikayeleri ama savaş, roman boyunca herkesten ve her şeyden rol çalıyor. Aslında bir ‘eve dönüş’ hikayesi olarak nitelendirilebilecek romanın arka planında derin bir tarihsel doku var. Öyle ki, ülkenin fırtınalı tarihi, coğrafyanın çokkültürlü yapısı, Ortadoğu’nun bilindik haleti ruhiyesi roman boyunca biteviye kendini hissettiriyor. Bu herhangi birinin yarattığı bir arka plan değil kuşkusuz. İşin içinde Maalouf’un parmağı olunca, durum bambaşka bir hal alıyor. Ortadoğu tarihine hakimiyetini ve o topraklara dair engin bilgisini her kitabında hissettiren bir yazarın yarattığı kurmaca dünya hiç kuşkusuz başka bir tat bırakıyor insanda. Gerçekçi üslubuyla iyi bildiğimiz Maalouf, Doğu’dan Uzakta’da bir kez daha kendi hayalgücüyle süslediği gerçek bir dünyadan sesleniyor. İyi bir gözlemci olarak, kahramanları üzerinden söz konusu coğrafyanın tarihsel, toplumsal ve kültürel dertlerine dair kıymetli tespitler yapıyor.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

BÜTÜNLÜK İÇİNDE YABANİ BİR OT

 

 

 

 

Romanla ilgili aksaklıklara gelirsem; Maalouf’un tarihi en usta şekilde eserine malzeme yapabilmişken, romantik meselelerde aynı mahareti sergileyemediğini düşünüyorum. Öyle ki Doğu’dan Uzakta’da, Adam’ın doğduğu topraklara döndüğünde yolları kesişen gençlik aşkıyla olan münasebeti, romanın diğer bölümlerinden ayrı düşmüş, bütünlük içinde yabani bir ot gibi bitivermiş sanki. Romanın her konudaki inandırıcılığının ve gücünün, bu ikilinin (işin içine Adam’ın Paris’teki Arjantinli karısını da katarsak aslında üçlünün) dünyası kurulurken yer yer eksildiğini, yetersiz kaldığını hissettim. Bu aşk üçgeninde bir şeyler eksik kalmıştı sanki… Bir erkek ile iki kadından oluşan bir dünyanın bu kadar ‘normal’, bu kadar gürültüsüz patırtısız olması pek yatmadı benim aklıma. Sanırım ‘kadın öfkesi’ydi romanda eksik olan, galiba öyleydi.
Romanı diğer Maalouf eserleriyle kıyaslamam gerekirse, hepsinden daha çok otobiyografik özellikler taşıdığını, Adam’da Maalouf’a dair çok fazla ipucu gördüğümü söylemeliyim. Maalouf’u sanırım çoğumuz zengin hayalgücüyle yarattığı renkli alemlerle sevdik. Bu açıdan baktığımda bu son romanın yalnızca Maalouf’un gençlik anılarından beslendiğini ve onun hayalgücünün renklerinden biraz mahrum kaldığını düşünüyorum. Onun kaleminde çok daha iyisini, çok daha zenginini, çok daha dolu dolusunu okumuşluğum var. Dolayısıyla hakkındaki maruzatımı noktalamadan, romanın bir Maalouf alemine dalmaktan çok, toplumsal bir olay olarak algılamaya alışık olduğumuz savaşın, küçük hayatlar üzerindeki tahribatına şahit olmak motivasyonuyla okunduğunda kıymetinin artacağı uyarısında bulunayım. Neme lazım.   

 

 

 

 

 

 

 

 

 

(Manşetteki görsel çalışma Robert S. Neuman'a aittir.)

Yorumlar

Yorum Gönder


Melisa, ben de tam su gunlerde bu romani okuyorum. Dun gece Adam karisi ve eski askinin oldugu bolumdeydim. Ilginc ve eksik bulmustum. O yuzden tespitini cok dogru buldum aslinda. Kadin ofkesi eksik demissin ve bu yuzden inandiriciliktan uzak olmus. Ama Amin Maalouf o donemdeki cografyayi, insanlari, sorunlari cok guzel anlatmis. Alinti yaptigin cumle gercekten cok carpiciydi. Eline saglik, yazini okuyunca bendeki eksiklikler tamamlandi.. Tekrar ellerine saglik...

38%
62%

Melisa Kesmez, Bu yazı için ne kadar teşekkür etsem azdır size. Kitabı henüz aldım ve okumadan önce sağda solda ne varsa okuyup öyle başlamayı düşünürken bu yazıya rastladım. Bu yüzden emeğinize, yüreğinize sağlık demeyi bir borç biliyorum. Yazarın büyük (hatta belki de yeryüzündeki en büyük!) hayranı olarak... ki peşinden gitmediğim yer de kalmadı:=)) yazılmış/çizilmiş (iyi/kötü ayırmaksızın) her şeyi okuyup sindiriyorum.! sizin bu yazınız da ayrı bir güzel tekrar, tekrar teşekkürler.

52%
48%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.