Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bizi Hikayelerimiz Birleştirir



Toplam oy: 1112
Filiz Aygündüz
Doğan Kitap

Milliyet Sanat Dergisi ve Milliyet Kitap Eki’nin yayın yönetmenliğini sürdüren Filiz Aygündüz’ün lk romanı “Kaç Zil Kaldı Örtmenim?” Kürt meselesinin, daha doğrusu Kürtçe tartışmalarının yoğunlaştığı bir sırada yayımlandı. Biraz da bu nedenle, romana köşe yazılarında değinildi, edebi değerinden ziyade anlattığı olaylar öne çıkarıldı. Romanlara ve filmlere böylesi anlamlar yüklenmesine, hatta gerçekliğe dolaysızca tercüme edilmesine alışık olduğumuzdan şaşırmadık. Ancak böylesi bir yaklaşım edebiyat kariyerinin başlangıcındaki bir yazara katkı sağlamaz. Önemli olan bir romanın neleri söylediği değil nasıl söylediğidir; edebi bir üründe dile getirilenleri etkili ve kalıcı kılan da budur.

Bir zamanlar Silvan’da
Anlatıcı, genç bir öğretmen adayı. İstanbul’da küçük burjuva bir ailenin çocuğu olarak ihtimamla büyütülmüş, gittiği üniversitenin fizik bölümünü bitirmiş. 23 yaşında. Hayatını kazanmak amacıyla öğretmenlik başvurusu yapmış ve  tayini Diyarbakır’a çıkmış. Yeterince umut kırıcı değil mi?. Ne yazık ki kadersizliği bu kadarla kalmayacak, merkezde öğretmen açığı bulunmadığı için “şansına” Silvan'a gitmek düşecektir.

Bugün bile Istanbullu genç bir kız için yaşaması zor; hele ki 1990’lı yılların Silvan’ında… Hayata ayak uydurmakta, kendini kabul ettirmekte, öğretmenlik yapmakta başlangıçta zorlanır. Önce hiç bilmediği bir dille çevrilmiştir genç öğretmen, sonra İstanbul’dayken tahayyül bile etmediği kesif bir yoksullukla… Üstelik hem savaş halinin sürdüğü korkunun egemenliğindeki bir coğrafyada, hem de genç bir kadın olarak sürekli “büyük gözaltında”dır… İstese çekip gideceğini bilir, ama yenilgi anlamına gelecek geri dönüşü hazmedemeyeceğinin farkındadır. Kalır; kalır ve hayata belki İstanbul’da olduğundan çok daha fazla sarılır…

Öğretmeni Silvan’da tutan ilk neden öğrencileri… Çoğu Türkçeyi sökememiş, sökenleri ise kırık dökük konuşan ama öğretmenlerine daha ilk anda bağlanan minicik Kürt çocukları. Savaşın, yoksulluğun, karın, kışın, dilsizliğin acısını en fazla duyan ama yaşama sevinçleri tükenmeyen çocuklarla kurduğu bağ genç kıza da yaşama sevgisi verecektir. Duygu gözü açılan genç kız işte böyle yakalanıverir aşka. 

Hikayenin bundan sonrası içiçe geçmiş ikili bir kurguyla gelişiyor. Bir yandan Silvan’daki gündelik hayatın zorluklarıyla boğuşurken diğer yandan sevdiği adamla yakınlık kurmaya çabalar. Diline, değerlerine, özgürlüğüne, kısacası kimliğine sahip çıkan bir Kürt entelektüeli olan Mehmet öğretmenle yakınlık kurmasının önündeki ilk engel Silvan’daki kısıtlı toplumsal hayat. İkinci ve daha önemli engelse aralarındaki kültürel farklılıklar. Genç kızın engellerle boğuşarak kendini var etme sürecinde Kürt meselesine de başka bir gözle bakmaya başlayacak, başkalarının acısına ortak olacak, şimdiye kadar farkına varmadıkları için utanacak ve kimsenin ummadığı bir gelecek hayali kuracaktır. Ne var ki hayalleri gerçekleştirmek sandığı kadar kolay değildir. Tatil için İstanbul’a geldiğinde radikal bir değişime hazır olmadığını anlar. Silvan günlerinin sonu gelmiştir. Bir kez daha zor bir karar verecektir… Geriye doğru baktığında buruk bir tad kalmıştır geçmişten.

“Bazı geçmişler, bazı lafları kaldırmaz, incinir… Hele o geçmiş, o genç kızı adam ettiyse… Diyarbakır’ın o küçük kasabasında öğrendikleri üzerine kurduysa hayatı… İlk bir yılda değişe se sönüşemeyen öğretmenin, sonraki yıllarında Amida’nın gözlerindeki hayat bilgisi varsa en çok. Onun insanların şefkaiyle yazdıysa “resmi olmayan” kişisel tarihini… Kelimenin kadrini, bir başka dilin acısı üzerinden bildiyse. Otuz iki küçük Kürt çocuğunun kara tahtasında. Adam gibi bir adamın kırılmış kalbinde…”

Anılar romanın hammadesi midir?
Filiz Aygündüz, “Kaç Zil Kaldı Öğretmenim” romanını kendi deneyiminden yola çıkarak yazdığını söylüyor; “Diyarbakır’dan döndükten hemen sonra, orada olan biteni, yaşadıklarımı, duyduklarımı, gördüklerimi, dinlediklerimi ve günlüklerimde yazdıklarımı daktilo ettim.  Elim on dört yıl boyunca hep üzerindeydi. Yıllar içinde bir sürü şeyi çıkardım, eklemeler yaptım; bazen öykü olarak kurguladım, otobiyografik bir metne dönüştürdüm. En son da romanda karar kıldım.”

Romanı değerlendirmek konusundaki sıkıntı da işte bu tarz bilgilerle çıkıyor ortaya. Daha romanı okumadan hikayesinin anılara dayandığını bilmek gerçeklikle kurmaca arasındaki mesafeyi yok ediyor. Merak artık roman kahramanına değil yazarın hayatına, hatta mahram hayatına yönelebiliyor. Böyle bir okuma sürecinin edebi beklentiden ziyade siyasi ya da magazinel ilgilerle olması şaşırtıcı sayılmaz. Ama bunları bir kenara bırakalım. Benim açımdan önemli olan otobiyografik yanını bilmeksizin yapılacak bir okumada “Kaç Zil Kaldı Öğretmenim”i kurgulanmış bir hikaye, yani roman olarak nasıl değerlendireceğimiz.

Biraz gerilere gidelim. İstanbul aydınını Anadolu’yu görmeye iten ilk neden “taşraların ne halde olduklarını, köylülerin ne yaptığını, ne istediğini, memleketin neye muh¬taç olduğunu yerinde görüp incelemek”ti. Sonra Cumhuriyet aydınlanmasının yarattığı heyecan ve seferberlik hali.  Bu, aynı zamanda, aydınların kendi varlıklarını ve mücadelelerini meşrulaştırmalarının da biçimiydi. Küçük burjuva aydının Anadolu’ya gidişinin romana konu edinilmesi, Türk toplumunda aydın-halk ilişkişini sergilemesi açısından önemlidir. En iyi anlatımını, Tahir Kutsi Makal’ın “Acı Yol”(1964) adlı öykülendirlmiş gezi notlarında, “Ve sen de mecbursun Türk aydını, Anadolu’yu sevmeye mecbursun... Ve Türk aydınları Anadolu yollarına düşmeli. Dinlemeli. Dertlere derinliğe eğilmeli” sözlerinde bulan öncülük görevi, küçük burjuva aydının temel karakteristiğidir. 

O yıllarda yazılan pek çok romanda da anı ya da röportaj niteliği öne çıkmış ama edebiyat açısından başarı sağlanmamıştı. Filiz Aygündüz, gördüklerini göstermek ya da karanlıklara ışık saçmak gibi bir görev yüklememiş kahramanına. Tersine, öğretmenin kendisinin öğrenmeye, olgunlaşmaya, dönüşmeye ihtiyacı var. İdealize edilmiş yapay bir kahraman değil o, içimizden biri; kimi zaman ürkek, kimi zaman cesur, bazen Silvan’da olmaktan gururlu bazen verdiği karardan pişman, önyargılarıyla boğuşan, elinde olmadan kızan, kızdığı için üzülüp utanan, en kötü koşullarda bile aşık olan naif bir insan. İnsan.

“Kaç Zil Kaldı Öğretmenim”i roman yapan kahramanın gözlemleyip aktardıkları değil. Onun gördüklerini çoğumuz gördük, belki çok daha fazlasını. Dil ve kimlik inkarının yarattığı sıkıntıları da paylaştık, baskı ve zülmün acılarını da. Bunlarla ilgili geniş bir külliyat oluştu Türkiye’de. Öyleyse “Kaç Zil Kaldı Öğretmenim”i sadece önemli yaralara parmak bastığı için övmek hem son otuz yıldır bu işin peşinde koşan insanlara hem yazarın kendisine haksızlık olur. “Kaç Zil Kaldı Öğretmenim” romanını Kürt “ralitesini” yaşanmış karelerle gözler önüne serdiği için değil, o realitenin bu coğrayada yaşayan herkesi etkileyen insani bir dram olduğunu hissettirdiği için övmeli. Aygündüz’ün başarısı olayların bireyin duygu ve düşünce dünyasında bıraktığı izleri yakalayabilmesinde. Kabaca “Kürt meselesi” başlığıyla geçiştirdiğimiz kanayan yaranın bilgiyle, akılla, yasayla değil sadece insan olmanın getirdiği vicdanla bile kavranabileceğini gösteriyor. Anılarından yola çıkmış, ama bunun önemi yok; başkalarının acısını kendi acısı kılarken kendi anılarını başkalarının anısı haline getirmeyi bilmiş.

Romanla ilgili temel eleştirim zamanla ilgili; zamanın akış hızıyla. Genç bir kızın ilk kez karşılaştığı hiç tanımadığı bir kültüre dair her şeyi kaydetmesi anlaşılır bir şey. Ne var ki onun bir yıla yayılan yaşanmışlığını okuyucu 200 sayfada deneyimlemek zorunda kaldığında bu görüntü bombardımanını hazmetmek zorlaşıyor. Kuşkusuz yazarın kendisinin ve roman kahramanının çektiği zorluğa benzer bir durum. Ama kurmaca dünyanın gerçeklik duygusu ile maddi dünyanın gerçekliği aynı zaman algısıyla kavranamaz. Bu durumun üstesinden gelmek için araya okuyucuyu soluklandıracak anlatılar -mesela doğa ya da mekan tasvirleri- girebilirdi. Okuyucuyu etkilemek için olay ve durumların çarpıcılığındansa kelimelerin gücüne güvenmeli.

Kürt meselesi açıldığında kardeşlikten, kız alıp kız vermekten, kadim dostluklardan söz edilmesini öylesine kanıksadık ki, kavramların içi boşaldı gitti. Oysa, “Kaç Zil Kaldı Öğretmenim” romanında Filiz Aygündüz’ün de öne çıkardığı gibi, gerçek sevgi ve dostluk karşısındakinin farklılığına, başkalığına içten saygı duyarak, bu farklılıkları anlamaya çalışarak, duygu ve düşüncelerini kendi üzerimizden dolayımlamaktan kaçınarak kurulur. Ortak bir “sivil hafıza”ya sahip olmak, tarihin çoğul bir okumasını yapabilmeyi, başka pencerelerden bakan, başka sokaklara açılan tarih anlatıları olarak bizim ve başkalarının anılarından, hikayelerin, romanlarından beslenmeyi gerektirir.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.