Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bizim Hikayemiz: Kızların Sunkunluğu



Toplam oy: 128
Pat Barker Kızların Suskunluğu’nda İlyada’da anlatılmayan kesimi anlatır, kadınları. Roman elbette kurmacadır ancak yazar tarihsel eksenden sapmadan karakterlere şekil verir. Savaşta köle olarak kullanılan, aşağılanan, hor görülen kadınları merkeze alarak hikâyeyi kurgular. Troya Savaşı’na kaderlerini tayin etme hakkı olmayan kızların gözünden bakar.

Türkçede 2013 yılında yayımlanan Toby’nin Odası kitabıyla tanınan İngiliz yazar Pat Barker, yeni kitabı Kızların Suskunluğu ile ikinci kez Türk okurları selamlıyor. İlyada destanına yeni bir bakış getirdiği Kızların Suskunluğu, feminist yazına katkı niteliği de taşıyor. Guardian gazetesinin belirlediği 21’inci yüzyılın en iyi 100 kitabı listesine giren kitap, Homeros’tan ilhamla İlyada’yı yeniden kuruyor.

 

İlyada, Antik Yunan edebiyatının Odysseia ile birlikte bilinen en eski edebi eseri. Homeros epik şiir biçiminde yazdığı anıtsal destanında, Troya Savaşı’nın dokuzuncu yılında geçen elli bir günlük süreyi anlatır. Yunan’ın öfkesiyle nam salan acımasız ve cesur komutanı Akhilleus, Troya ordusunu kırıp geçirir. Yetişkin çocuk demeden bütün erkekler öldürülür, hazinelere el konulur. Kadınlar ganimet ve köle olarak Yunan ordugahına getirilir. Yunan kralı Agamemnon’a Tanrı Apollon’un rahibinin kızı sunulur ancak kız rahip babası tarafından geri istenir. Agamemnon isteği kabul etmez. Bunun üzerine Tanrılar Yunan ordugahına veba salgınını musallat eder. Giderek yayılan salgını bitirmek için kızı geri vermeye razı olan Agamemnon, buna karşılık Akhilleus’un ganimeti Brisseis’i alır. Agamemnon’a öfkelenen Akhilleus Troya’da daha fazla savaşmayacağını söyler. Agamemnon artık başının çaresine bakmak zorundadır. İlyada, Yunanlılarla Troyalılar’ın tekrar karşı karşıya gelmesiyle devam eder. Homeros’un İlyada’sı erkek savaşçıların kahramanlık destanıdır. Philip Roth’un dediği gibi savaş, bar kavgalarını andıran bir sebepten doğar ancak bir güç gösterisine dönüşür.

 

Kadınlar savaşın sebebi olarak görülür ve suçlanır. Erkekler onurlarını kurtarmak ve güçlerini kanıtlamak adına her yola başvuracaktır. İlyada’da kadının adı yoktur, kadın sadece bir figürdür. Pat Barker Kızların Suskunluğu’nda İlyada’da anlatılmayan kesimi anlatır, kadınları. Roman elbette kurmacadır ancak yazar tarihsel eksenden sapmadan karakterlere şekil verir. Savaşta köle olarak kullanılan, aşağılanan, hor görülen kadınları merkeze alarak hikâyeyi kurgular. Troya Savaşı’na kaderlerini tayin etme hakkı olmayan kızların gözünden bakar.

Erkeklerin savaşında kadınların rolü
Troya surları altında erken bir ölüme karşılık ebedi şan ve şöhret vaat edilen Akhilleus’a verilen Brisseis, Troya’da hatırı sayılır bir aileye mensuptur. Tam da bu nedenle sıradan esir kadınlar gibi ortalığa atılmamış, yüce komutan Akhilleus’a verilmiştir, bütün ailesini katleden Akhilleus’a. Ayrıcalığı yalnızca budur, yoksa günlük yaşamı diğer kadınlarla aynıdır. Gündüzleri dikim yapmak, ortalığı temizlemek, yemek hazırlamak, geceleri efendisinin yatağına girmek. İtilmek, küfür yemek de cabası, üstelik susmaya mahkûm kalarak. “…Hepsine katlanıp hiçbir şey söylememek gerekiyor, bu konuda konuşmaya çalışırsam, ‘kadına suskunluk yakışır’ diye püskürtülüyorum. Tanıdığım bütün kadınlar o lafa uygun yetiştirilmişti”.
Briseis Troya Savaşı’nın herkesçe yaygın olarak bilinen romantik anlatımına karşı çıkar. Olayın Paris ile Helen’in aşkından ibaret olmadığının anlaşılacağından umutludur. Kadınların yaşadıkları zulüm elbet bir gün öğrenilecektir. Ona göre gereken yalnızca yeni bir bakıştır. “Evet, genç bir adamın savaşta ölmesi trajiktir, dört kardeşimi kaybetmiştim, kimsenin bana bunu söylemesine ihtiyacım yoktu ama en kötü kader onlarınki değildir. Sakat bırakılmış hayatının geri kalanını köle olarak geçirmek zorunda olan Andromakhe’ye baktım ve şöyle düşündüm: Yeni bir şarkı lazım bize… Akhilleus’un ağıtı değil”. Böylece hikayeleri dilden dile aktarılacaktır. “Hayatta kalacağız diye düşündüm. Şarkılarımız, hikayelerimiz. Bizi unutmayı asla başaramayacaklar...
Briseis’e göre bu hikâye Akhilleus’un hikayesidir, kendi hikayesi ancak onun ölümüyle başlayacaktır. Akhilleus’un ölümü bir tür boyunduruktan çıkma halidir. Bir başka boyunduruğa girme pahasına elbette. Çünkü kadın alınan, satılan, devredilen bir araç olarak görülür. Briseis’in kaderi de böyle yazılmıştır. Her şeye rağmen dayanıklıdır o, pes etmez, hayata tutunmanın yolunu bulur. Nice kız kardeşi köle olmaktansa Troya kalesinden atlamayı tercih etmiştir. Onları hiçbir zaman unutmaz. “Ama en çok hatırladığım kızlar. Dönüp ölümüne atlamadan önce iç kalenin çatısında bana elini uzatan Ariana. Ya da daha birkaç saat önceki Polyksene. ‘Yaşayıp köle olmaktansa Akhilleus’un mezarında ölmek daha iyi’”. Hepsi uğruna yakar türküsünü.
Man Booker ödüllü Pat Baker romanlarında çoğunlukla savaş, travma gibi konuları ele alıyor. Kızların Suskunluğu’nda da savaşta esirliğe sürüklenen, acılı kadınları anlatıyor. Böylece İlyada’yı sesi duyulmayanların sesinden yeniden inşa ediyor. Baker’ın romandaki üslubu çıplak gerçekçi bir üslup. Yer yer şiddet içeren sahnelere sahip. Özellikle Akhilleus’un savaşta uyguladığı vahşet, esir kadınların maruz kaldığı dayak ve tecavüz okurun irite olmasına neden olabiliyor. Romanda geçen mitolojik karakterlerin isimleri için, Türkçede Antik Yunan Mitolojisi alanında emek vermiş değerli isim Azra Erhat’ın mitoloji sözlüğü referans alınmış. Bu da edisyonun özenini ortaya koyuyor. Baker, Milliyet Sanat’a verdiği röportajda söylediği gibi Kızların Suskunluğu ile Türk okurlara hoş geldiniz diyor. Çünkü hikâye bizim topraklarımızda geçiyor ve bu yüzden biraz da bizim hikayemiz.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.