Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Boynunuzdan bir tatlı ısırık almaya geldim



Toplam oy: 1285
Mehmet Bilâl, "çok satanlar" üslubunu mizahı, argosu, jargonuyla harmanlayarak gerçekten bir solukta okunacak bir roman yazmış.

Seri katiller arasında vampirliğe özenen neredeyse yok gibidir. On iki yaşındayken tavuk kafası kopartarak başladığı hobisini ergenlik sonuna doğru kadın boğazlamaya genişleten Vincenz Verzeni; dolandırdığı insanları asit tanklarında eritmeden önce şahdamarlarından doldurduğu bir kadeh kanı yudumlayan John George Haigh; özel kostümüyle mağaralarda yaşayıp geceleri ev baskınlarıyla kadınları boğazlarından ısırarak öldüren Florencio Fernandez ise belki de bu türün en belirgin üç uç örneğini teşkil ederler. Elizabeth Báthory de muazzam bir kıyıcı olarak deliliğinin zirvesindedir.

 

Seri katillerin nazik ve asil olma gibi lüksleri yoktur – belli bir matematiğe bağlı olma şartı aranmaksızın zekâ ve tedbir onlar için yeterlidir. Ama vampirler öyle midir? Vampirlik, temelinde bir nezaket ve aristokrasi barındırır. Tabutlarda, karanlık mahzenlerde, mezarlarda gündüzü atlatsalar da şatolarda, konaklarda, bakımlı ve şık salınımlara her zaman hazırdırlar. Yoksul vampir yok gibidir neredeyse – yoksulsa da mutlaka hamisi olan kişinin olanakları geniştir ve çıraklık dönemi geçiren bunalımlı genç vampir bu ortamda yetiştirilir.

 

 

Vampirler sonsuz yaşamı yemeye, içmeye, eğlenceye ayıramadıklarından, fizyolojik koşulları buna elvermediğinden, tüm bu zamanı tarihsel dönüşümlere birer birer şahitlik etmeleri sebebiyle entelektüel birikime dönüştürmüşlerdir. Ancak entelektüel yapı bilindiği üzere günceli incelemek açısından son derece isabetli bir akıl inşası sağlarken vampirlerin yüzyıllara dayanan ömürleri içten içe büyük resmi yerinde tespitle aydın statüsünün de yolunu açacaktır. Kısacası, Batı’nın burjuvaziden medet umduğu sanatsever, ilerici, duyarlı portre belli belirsiz ellerce vampirlikle bir tutulmaya başlar. Oysa vampirliğin anlamına ermiş usta bir vampir sıradan, masum kimseye saldırmaz. Ya suçlu birine, ya ölümcül hastaya ya da can çekişen bir yaralıya yanaşır genellikle. Ceza veya ikinci elden ötenazidir amaç. Toplumsal, var oluşa sinmiş vicdan meselesi.

 

“Kral/kraliçe” vampir, doğumun kişinin inisiyatifi dışında gerçekleşmesini öne sürerek ölümün de kişinin dışında gelişmesini ilke edinir; kendine bir vâris, bir kültür mirasyedisi yaratma eğilimiyle kanını emdiklerinden birine kendi kanını içirtip sonsuzluk armağan eder. Asıl sıkıntı bundan sonradır işte: Yeni vampir ile “yaşlı vampir” arasındaki çekişme, tartışma, şişmiş ego kavgası, kişilik çatışmaları, –çoğu vampirin erkek olduğunu varsayarsak–homoerotik çekim derken romansa roman, filmse film takipçisini kapıp götürür. Gotik panoramanın, çaresiz ve güçsüz kurbanların, ansızın ortaya çıkan sivri dişlerin, coşup çağlayan kanın ve seks çağrışımlarıyla dolu infaz anlarının etkisini anlatmaya da gerek yok sanırım. Hepimizin korktuğu bir vampir, korkuttuğu potansiyel bir maktul mutlaka vardır sonuçta. Çemberin tamamlanması için ölürken öldürülmek ve öldürmek noktalarından geçer ve yaşadığımız hükmüne varırız birdenbire. Asıl yazgı da budur: Karşı karşıya ile karşı koyulmaz arasındaki cereyanda kin ile çaresiz, aşk ile öfkeli sürüklenmek. Vampirlerin karakterlerindeki patlamalar buralarda görülür diyorum ben. Stockholm Sendromu’nun korku performanslarındaki yansıması. Hangi tanım sizi daha az ürpertiyorsa.

 

“Kanına girilen” delikanlı

 

Mehmet Bilâl’in Béla isimli romanı, İstanbul’da geçen bir vampir hikayesi. Romanya’da “kanına girilen” delikanlı bir şekilde buralara getiriliyor ve Eyüp’te bir konakta kendine geliyor. Bıçkın bir cüceyi arkadaş edinmesiyle sokaklara açılan Béla, Osmanlı’nın altkültüründe dolaşıyor ve bir meyhanede ilk kez karşılaştığı dansçı oğlanlar yüzünden köçek olmaya karar veriyor. Bundan sonrası mum alevini taklit ederek bel ve gerdan kırmalarla, açlığı/susuzluğu gidermek için dadanılan hastanelerle, kapatılan yeniçeri ocağından firar bir yiğide duyulan özlemle, baskınlarla, isyanlarla akıp gidiyor. Bilâl, “çok satanlar” üslubunu mizahı, argosu, jargonuyla harmanlayarak gerçekten bir solukta okunacak bir roman yazmış. Her vampir çalışmasında karşılaşacağımız kimi klasik ayrıntıları da atlamamış; onları bu topraklara özgü anlatmış.

 

Meçkey ya da Meçik denen Türk, Anadolu ve Altay halk inanışındaki vampirle her an yüz yüze geleceğimi sansam da bu tedirgin dileğim gerçekleşmedi – ama devamı yazılacakmış hissi uyandıran roman ilerde nelere gebe ya da hangi “damarlar”dan beslenir, onu da kestirmek mümkün görünmüyor.

 

Hayıflananlar için buyurun, boynunuza Béla bir vampir.

 

 


 

* Görsel: Mehmet Yıldırım

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.