Seri katiller arasında vampirliğe özenen neredeyse yok gibidir. On iki yaşındayken tavuk kafası kopartarak başladığı hobisini ergenlik sonuna doğru kadın boğazlamaya genişleten Vincenz Verzeni; dolandırdığı insanları asit tanklarında eritmeden önce şahdamarlarından doldurduğu bir kadeh kanı yudumlayan John George Haigh; özel kostümüyle mağaralarda yaşayıp geceleri ev baskınlarıyla kadınları boğazlarından ısırarak öldüren Florencio Fernandez ise belki de bu türün en belirgin üç uç örneğini teşkil ederler. Elizabeth Báthory de muazzam bir kıyıcı olarak deliliğinin zirvesindedir.
Seri katillerin nazik ve asil olma gibi lüksleri yoktur – belli bir matematiğe bağlı olma şartı aranmaksızın zekâ ve tedbir onlar için yeterlidir. Ama vampirler öyle midir? Vampirlik, temelinde bir nezaket ve aristokrasi barındırır. Tabutlarda, karanlık mahzenlerde, mezarlarda gündüzü atlatsalar da şatolarda, konaklarda, bakımlı ve şık salınımlara her zaman hazırdırlar. Yoksul vampir yok gibidir neredeyse – yoksulsa da mutlaka hamisi olan kişinin olanakları geniştir ve çıraklık dönemi geçiren bunalımlı genç vampir bu ortamda yetiştirilir.
Vampirler sonsuz yaşamı yemeye, içmeye, eğlenceye ayıramadıklarından, fizyolojik koşulları buna elvermediğinden, tüm bu zamanı tarihsel dönüşümlere birer birer şahitlik etmeleri sebebiyle entelektüel birikime dönüştürmüşlerdir. Ancak entelektüel yapı bilindiği üzere günceli incelemek açısından son derece isabetli bir akıl inşası sağlarken vampirlerin yüzyıllara dayanan ömürleri içten içe büyük resmi yerinde tespitle aydın statüsünün de yolunu açacaktır. Kısacası, Batı’nın burjuvaziden medet umduğu sanatsever, ilerici, duyarlı portre belli belirsiz ellerce vampirlikle bir tutulmaya başlar. Oysa vampirliğin anlamına ermiş usta bir vampir sıradan, masum kimseye saldırmaz. Ya suçlu birine, ya ölümcül hastaya ya da can çekişen bir yaralıya yanaşır genellikle. Ceza veya ikinci elden ötenazidir amaç. Toplumsal, var oluşa sinmiş vicdan meselesi.
“Kral/kraliçe” vampir, doğumun kişinin inisiyatifi dışında gerçekleşmesini öne sürerek ölümün de kişinin dışında gelişmesini ilke edinir; kendine bir vâris, bir kültür mirasyedisi yaratma eğilimiyle kanını emdiklerinden birine kendi kanını içirtip sonsuzluk armağan eder. Asıl sıkıntı bundan sonradır işte: Yeni vampir ile “yaşlı vampir” arasındaki çekişme, tartışma, şişmiş ego kavgası, kişilik çatışmaları, –çoğu vampirin erkek olduğunu varsayarsak–homoerotik çekim derken romansa roman, filmse film takipçisini kapıp götürür. Gotik panoramanın, çaresiz ve güçsüz kurbanların, ansızın ortaya çıkan sivri dişlerin, coşup çağlayan kanın ve seks çağrışımlarıyla dolu infaz anlarının etkisini anlatmaya da gerek yok sanırım. Hepimizin korktuğu bir vampir, korkuttuğu potansiyel bir maktul mutlaka vardır sonuçta. Çemberin tamamlanması için ölürken öldürülmek ve öldürmek noktalarından geçer ve yaşadığımız hükmüne varırız birdenbire. Asıl yazgı da budur: Karşı karşıya ile karşı koyulmaz arasındaki cereyanda kin ile çaresiz, aşk ile öfkeli sürüklenmek. Vampirlerin karakterlerindeki patlamalar buralarda görülür diyorum ben. Stockholm Sendromu’nun korku performanslarındaki yansıması. Hangi tanım sizi daha az ürpertiyorsa.
“Kanına girilen” delikanlı
Mehmet Bilâl’in Béla isimli romanı, İstanbul’da geçen bir vampir hikayesi. Romanya’da “kanına girilen” delikanlı bir şekilde buralara getiriliyor ve Eyüp’te bir konakta kendine geliyor. Bıçkın bir cüceyi arkadaş edinmesiyle sokaklara açılan Béla, Osmanlı’nın altkültüründe dolaşıyor ve bir meyhanede ilk kez karşılaştığı dansçı oğlanlar yüzünden köçek olmaya karar veriyor. Bundan sonrası mum alevini taklit ederek bel ve gerdan kırmalarla, açlığı/susuzluğu gidermek için dadanılan hastanelerle, kapatılan yeniçeri ocağından firar bir yiğide duyulan özlemle, baskınlarla, isyanlarla akıp gidiyor. Bilâl, “çok satanlar” üslubunu mizahı, argosu, jargonuyla harmanlayarak gerçekten bir solukta okunacak bir roman yazmış. Her vampir çalışmasında karşılaşacağımız kimi klasik ayrıntıları da atlamamış; onları bu topraklara özgü anlatmış.
Meçkey ya da Meçik denen Türk, Anadolu ve Altay halk inanışındaki vampirle her an yüz yüze geleceğimi sansam da bu tedirgin dileğim gerçekleşmedi – ama devamı yazılacakmış hissi uyandıran roman ilerde nelere gebe ya da hangi “damarlar”dan beslenir, onu da kestirmek mümkün görünmüyor.
Hayıflananlar için buyurun, boynunuza Béla bir vampir.
* Görsel: Mehmet Yıldırım
Yeni yorum gönder