Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bu mesele hiç kapanmayacak gibi...



Toplam oy: 1489
Yavuz Ekinci
Doğan Kitap
Rüyası Bölünenler dağda yakınlarını arayanların hikayelerini aktarma, bu sürece bir belgesel tanıklık yapma niteliğini başarıyla yerine getiriyor...

Edebiyatın ortaya çıkışından bu yana hep gündemde kalan konulardan birisi baba-oğul ilişkisidir. Bu konuda Sophokles’in Kral Oidipus’undan başlayıp, Shakespeare’in Hamlet’i ile devam edip, Dostoyevski, Turgenyev, Charles Dickens uğraklarından Kafka’ya çıkar. Çağdaş romanda onlarca örneği anımsayıp edebiyatımıza göz attığımızda mesela Oğuz Atay, Yusuf Atılgan’a rastlar, Orhan Pamuk’un babasının bavulu ile devam edebiliriz. Bu mesele hiç kapanmayacak gibi... Konunun bir de Namık Kemal, Tevfik Fikret, Halikarnas Balıkçısı, Mehmet Âkif, Nâzım Hikmet gibi edebiyatçıların yaşamlarında derin izler bırakan boyutu da var. Örnekleri çoğaltmak mümkün; babalar, varlıkları ya da yokluklarıyla kahramanlarımızın kaderleri üzerindeki belirleyici etkilerini gösterirler. Konu ile igili değerli bir örnek olarak Emre Karacaoğlu’nun Roman Kahramanları dergisinin Nisan/Haziran 2012 tarihli sayısında yayımlanan “Baba Demek, Çatışma Demek: Edebiyatın Temel Meselelerinden ‘Baba-Oğul İlişkisi’ Ekseninde Ulysses” incelemesini meraklılarına tavsiye ederiz; internette bulunabilir.

 

Üretken bir yazar olarak göze çarpan, olumlu ve olumsuz eleştiriler alan Yavuz Ekinci, son romanı Rüyası Bölünenler’de anlatısını Türkiye’nin son otuz yılının en önemli konusu olan Kürt meselesinin ortasında yaşanan böyle bir baba-oğul ilişkisi ekseninde kurgulamaya çalışmış. Öyküyü kahramanı İsmail’den dinliyoruz. İsmail, Batman’da Kürt hareketine sempati besleyen genç bir öğretmendir. Bir gün babasının gözdesi küçük kardeşi Yusuf ortadan kaybolur, bir süre sonra da dağa çıktığı anlaşılır. Baba, bu durumdan İsmail’i sorumlu tutarak evden kovarken, güvenlik güçleri de İsmail’i gözaltına alırlar. 53 gün süren işkenceden çıktığında artık öldürüleceğinden endişe duyan arkadaşının yardımı ile Almanya’ya kaçar. Kısa bir süre olarak düşünülen bu kaçış korkular, içsel sorgulamalar, pişmanlıklar, kararsızlıklar sonucu yılları bulan mutsuz ve kederli bir sürece dönüşür. Babasının suçlamaları, korkaklığından dolayı kendisine yönelttiği suçlamalar, geride bıraktığı -kendisine yardım eden- Sabri de dahil olmak üzere arkadaşlarının bir bir öldürülmesi İsmail’in yaşamını bir karabasana çevirecektir. Bir yandan da Almanya’ya uyum sağlayamamakta, memleketini özlemektedir. On sekiz yıl sonra Batman’a, evine dönmeye karar verir: “‘Acaba sırtımda bir kambur gibi taşıdığım utancımı bırakacak bir yer bulacak mıyım? Acaba ruhuma musallat olan Kabil’in tedirgin ruhu peşimi bırakacak mı?’ diyerek yıllar önce kovulduğum cennetime baktım. Batman’daydım. On sekiz yıl bir ay, on bir gün önce kaçtığım ve kaderin hayatıma zar attığı şehre geri dönmüştüm.”

 

 

Yıllardır oğlu Yusuf’tan hiçbir haber alamadığı için hasta yatağında, yirmi dört saat açık bir televizyondan gerilla kanallarını izleyerek oğlunun bir görüntüsüne rastlamayı umut eden babası onu yine kovacaktır. Ani bir kararla yaşayıp yaşamadığını bilmediği kardeşi Yusuf’u aramak için sınırın öte yakasına kamplara gitmeye karar verir İsmail; tek umudu, babasına Yusuf’tan olumlu bir haber getirebilmek, belki de böylece kendisini affettirmektir. Bu yolculukta başka dramlara tanıklık edecek, dengbejlerin müziklerini kaydetmek için bölgeyi dolaşan Şevda ve kendisine rehberlik eden Cesim ile tanışacaktır.

 

 

Savaş karşıtı edebiyattan daha güçlü bir söylem var mı?

 

Edebiyatın bir işlevi de toplumsal tarihsel sorunlara tanıklık etmesidir. Her ciddi toplumsal sorun belli bir aşamadan sonra edebiyatta yankısını bulur. Son birkaç yıldır, özellikle bir barış umudunun belirmesiyle birlikte Türkiye’nin bu kronikleşmiş sorunu da öykülerde, romanlarda artan ölçüde yer almaya başladı. Edebiyatın toplumsal olaylara yönelik tanıklığının somut faydaları da vardır. Edebiyatçı, sorunlara bilim insanları, siyasetçiler ya da gazetecilerden daha farklı bir perspektiften yaklaşır. Ayrıca yaratım süreci ve teknikleri itibariyle, söz gelimi bilimin katı mesleki çerçevelerinden, haberciliği etkileyebilen değişik faktörlerin baskısından da görece uzaktır. Siyasi söylemin ve pratiğin acımasız çarkları arasında kaybolan, onun malzemesi olan insancıkların hikayeleri belki de en fazla ve nesnel  olarak edebiyat aracılığıyla bize ulaşır. Bu çerçevede edebiyat belki de yoğun çatışmaların yaşandığı, tarafların kendi kamplarının siyasi söylemleri dışında başka bir söyleme asla tahammül edemedikleri ortamlarda barışın kıymetini, bir diğerini anlamayı, sorunlara ruhsuz kavramlar yerine somut insanların somut perspektiflerinden bakmayı sağlayabilmesi açısından toplumsal barış için alttan alta, sessizce çalışan bir iyilik meleğidir. Özellikle modern tarih boyunca savaşların kötülüğünü ortaya koyan savaş karşıtı edebiyattan daha güçlü başka bir söylem var mıdır... Bu “doğrudan yazınsal olmayan” perspektiften baktığımız zaman Yavuz Ekinci’nin romanına da önem atfediyoruz.

 

Ancak Rüyası Bölünenler’in kurgusunun temel ekseni olan baba-oğul çatışmasının niteliği ve serimlenişi, bu metni dört başı mamur bir roman olarak betimlememize olanak verecek boyutta değil.

 

Babanın dağa çıkan oğul Yusuf’a düşkünlüğünü anlayabiliyoruz ama İsmail’in bu derece nefretle suçlanmasına neden olan rolünü anlayamıyoruz. Baba-İsmail ilişkisi Yusuf olayından önce de sorunlu bir ilişki miydi (olmadığına dair bir iki cümle var); değilse İsmail bir uyanıklık/şeytanlık yaparak kendisi yerine Yusuf’u mu dağa yönlendirdi, gibi sorular yol boyunca aklımızdan eksik olmuyor. Baba da, İsmail de yeterince ayrıksı ve güçlü roman karakterleri olamıyorlar. İsmail’in on sekiz yıl yurt dışında azap içinde bir yaşam sürdürmüş olması için de korkaklığının ötesinde bir “suç”u olması gerekmez mi? Yazarın bizi varlığına inandırmak için çaba sarf ettiği, her ikisinin de hayatlarını belirlemiş bir baba-oğul problemi var ortada, ama bu yazınsal olarak açılamıyor. Belki de kurgunun mevcut hali böylesine bir açılmaya müsait değil. Bu haliyle roman dağda yakınlarını arayanların hikayelerini aktarma, bu sürece bir belgesel tanıklık yapma niteliğini başarıyla yerine getirirken, İsmail’in ve babasının çarpıcı hikayesi geride kalanların dramı olmaya tam olarak evrilemiyor.

 

 

 


 

 

* Görsel: Onur Atay

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.