“Mecburi İstikamet” 1971 doğumlu Nurdan Başergil’in ikinci romanı. Hukuk eğitimi alan Başergil, edebiyata öykü yazarak başlamış ve 1994’te Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri’nde dikkate değer bulunmuştu. Bir yıl sonra aynı yarışmanın birincisi seçildi. Kısa öykülerini topladığı ilk kitabı, 1996 yılında "Rüzgâr Çıktı" (Çağdaş Yayınları) adıyla yayımlandı. Öykü ve yazıları çeşitli dergilerde yayımlanan Başergil, 1998-2003 yılları arasında Araf adlı on-line derginin yayın yönetmenliğini yaptı. 2006 ocağından bu yana http://www.kirkiki.net sitesini yönetiyor.
Nurdan Beşergil’in getiğimiz yıl yayımlanan ilk romanı “Bana Baktığın Gibi Bakma”, sudoku bilmecelerine dayalı muammasıyla değişik bir polisiyeydi. İlk roman olmanın bazı sıkıntılarını taşımakla birlikte neşeli üslubu, sürükleyici hikayesi, iç ve dış dünyayı yansıtmadaki başaşarısı Başergil’in romancılık kariyerini ileriye taşıyabileceğini gösteriyordu. Yeni romanı “Mecburi İstikamet” bu yolda atılmış sağlam bir adım.
Cinayet var ama polisiye değil!..
İlk romanında yaşama sevinciyle dolu sevimli bir genç kızdı Başergil’in roman kahramanı. Bu kez hayattan beklediği başarıyı bulamamış, kenarda kalmış, içi huzursuz dışı dingin genç bir adamın hikayesini anlatıyor.
Fatih, üniversiteyi ve askerliğini bitirmiş ama çalışmaya isteksiz bir adam. Aslında hayat oyununa girmekte isteksiz. Ne yapacağına karar veremiyor bir türlü ama ne yapacağına asla karar veremeyeceğini içten içe biliyor;
“Sevgililerimle evlenmek istemiyordum, memuriyet sınavlarına girmek istemiyordum, bankalara iş başvurusunda bulunmak istemiyordum. Ne istediğini bilenlerin de çok iyi bildiği gibi, ne istemediğini bilmek, ne istediğini bilmek otobanında geri geri gitmekle aynı anlama geliyordu.”
İşte bu sıralarda biraz arkadaşı Mete, biraz da fiziksel özellikleri sayesinde tuhaf bir iş bulacaktır Fatih; bir tür konu mankenliği… Turistik/kültürel bir proje için Topkapı sarayında padişah rolü oynama işini aldığında, sırf kanca burnu ve hafif kambur duruşu sayesinde elde ettiği bu rolle şansının döndüğünü düşünmeyecek kadar akıllı. Zaten şansı dönmüşse bile o fırsatları değerlendirecek beceriden yoksun. En kötüsü de bütün bunların farkında olması;
“Burcum kariyere düşkün olduğumu söylüyordu; "yükselmek" için yaratıldığımı, işimdeki başarı söz konusuyken engel tanımadığımı... Oysa zar zor bulduğum bu işte, pardon, düzeltmeliyim, inatla gelip beni bulan bu işte yükselmem olanaksızdı. Belki sıkıntım bundandır, diyordum bazen; yükselemeyecek olma sıkıntısı. Zamanında koskoca bir imparatorluğun merkezi olmuş bir sarayda, birileri bir şeylerin böyle olmasını uygun gördüler diye padişah kılığında dolaşan biri nereye yükselebilirdi? Kariyerim, en tepeden başladığım için hemen buracıkta sona eriyordu ama doğum zamanım bana sürekli yükselmemi tembihliyordu. Burcuma rağmen huzurlu bir yaşam sürmenin bir yolu olabilir miydi, yoksa baştan mı yaratılmam gerekiyordu?”
Zorlukla tamamladığı saraydaki mesaini çekilir kılan yegane şey, güvenlik görevlisi Sema. Ne var ki Fatih bu güzel genç kadınla ilişki kurmakta da beceriksiz. Aslında düştüğü çaresiz durum, kadınlar karşısındaki beceriksizliğinin Sema özelinde tekrarlanmasından başka bir şey değil. Sema’nın ilgisini çekebilmek için arkadaşı Mete kozunu oynayacaktır Fatih. Magazin medyasının göz bebeği yakışıklı fotomodel Mete, elbette Sema’nın ilgisini çeker. Hep birlikte kutlamasına gittikleri Mete’nin yeni evini kutlama partisinde Fatih hariç herkes eğlenmiştir. Ancak ertesi gün Mete’nin cesedi ile karşılaştıklarında işler karışır. Bir yandan en yakın arkadaşını kaybetmiş olmanın üzüntüsü, diğer yanda cinayeti kimin ve neden işlediği sorusu arasında sıkışan Fatih, olayı çözdüğünde bir kez daha yıkılacaktır; “Olayların ve insanların bana karşı bu derece umursamaz olması ne kadar... ne kadar... çirkindi.”
Oğuz Atay’la Başlayan
Yukarıdaki son cümle bile Fatih’in kişiliğine dair ipuçları veriyor. Hikayeyi Fatih’in –ben anlatıcısı- ağzından dinliyoruz. İç diyalogları hem renkli, ironik hem de karakterin psikolojisini sergileyecek derinlikte Kendisini hem hayatın merkezine koyacak kadar kibirli, hem kibirine halel gelmemesi için oyuna girmekten imtina eden bir adam o. Fatih, günümüzün tutunamayanı.
Konu tutunamamışlığa geldiğinde kuşkusuz Oğuz Atay’ın “Tutunamayanlar” romanı da düşüyor aklımıza. Son yıllarda genç diyebileceğimiz yazarlar kuşağı sıklıkla Atay esintileri taşıyan roman kahramanları ve temalarına gönderme yapıyorlar. Edebiyatı olduğu kadar toplumbilimlerini de ilgilendiren bir durum. Basit bir taklitten söz etmiyorum; tutunamayan roman kahramanları bu hayatın içinden çıkıp gelen, bu kaotik hayatta, metropollerin kalabalığında kendilerine bir yer açmanın imkansızlığını içselleştiren, gelevek umutları tükenmemişse bile sönmeye yüz tutmuş bugünün gençliğini yansıtıyor.
Oğuz Atay, roman kahramanlarına seçtiği Sadık Özben, Hikmet Benol gibi ismlerle ironisinin altını çizmişti. Nurdan Başergil’in Fatih’i de benzer bir ironi barındırıyor. Çünkü Fatih isminin taşıdığı muktedirlikten çok uzak. Oğuz Atay, 60’lı yılların dünyayı değiştirmek için yola çıkan aydın erkeklerin tutunamamışlığını sergilemişti. Başergil, Fatih özelinde bugünün meta toplumunun -iş, ünvan, maddi kazanç, para, kadın gibi- değerleriyle çevrili orta sınıf erkeğinin tutunamamışlığını işliyor. Fatih’in acıyla dile getirdiği gibi, böyle bir toplumda “her şey hayattan istediğini almak, ne istediğini bilmek ve daha da önemlisi, almak istediklerine layık olduğunu, onların zaten hakkı olduğunu düşünmekle ilgili”...
Fatih de hakkını almak istiyor ama alamayacağını da biliyor. O, Melville’in Bartlebysi tarzında bir reddiye ile “yapmamayı tercih ederim” diyen bir karakter değil. Bartleby, iradi bir tercihle, boyun eğmemek adına yapmıyordu. Fatih ve temsil ettiği kişilik yapmak istiyor ama yapamayacağı korkusuyla vaz geçiyor, sinik bir kimliğe bürünüyor, tıpkı kendisinin de itiraf ettiği gibi;
“Ben, insanın ne zaman geri çekileceğini bilmesinin bir erdem olduğuna inanırdım; bu yüzden kişisel tarihimde ricat borularının sesleri çınlardı. Bir kadının kar şısında geri çekilmekteyse, değerlendirebildiğim kadarıyla, hem çekici hem davetkâr bir tavır vardı; böylece tartışma galip gelmeye değil, açık ve savunmasız olduğumu ifade etmeye yaramış olurdu.”
Fatih’teki mutsuzluğu yaratan ve süregenleştiren tam da bu ruh hali.Kendisini hem seven hem nefret eden bu ruh hali Fatih’i sürekli huzursuz kılacaktır.
Çağımızın nevrotik insanlarını, kişiliklerini kolayca ele verecek dramatik bir olay etrafında ve az sayfada canlandırmayı başarmış Başergil. “Mecburi İstikamet” kişileri, meseleleri, meselelerini hikayeye sindirmesi, sinik kahramanına yakışan ironik üslubuyla hedefini bulan ve hepsinden önemlisi Başergil’in daha iyilerini de yazacağına inandıran bir roman.
Eleştiri
Eleştiri
Yorumlar
Yorum Gönder
Diğer Eleştiri Yazıları
Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.
Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.
Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.
Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.
Yeni yorum gönder