Duvar. Yıkılınca aşamazsın. Aşk gibi. Gözlerini geri alamazsın. Bir uyurgezerin hayatını andıran çocukluğum. Benim ağzını bıçak açmaz çocukluğum. İşte burada yatmaktaydı. Ve kendinden sonraki her şeyi yası tutulmamış bir fazlalık saymaktaydı.
Vaktiyle olduğu şeyi şimdi yalnızca çağrıştırıyor. Külçelenmiş ve yığılmış bir ağrı gibi duruyor orada. Bir zamanlar “ev” ismini vermiştik ona. Kırk kelam bir büyüdür derler. İnandık el birliğiyle onun ev olduğuna. Duvarlarına bakmak yeni açılmış gözlerimi yıllar boyu eğitti. Şimdi hayal gücümü nefis biçimde çarpıtan o eğitime hatıra diyorum. Vücudumun acıyı da mutluluğu da hisseden yeri, sık sık aynı organ olmaya başladı. Onun yüzünden. Çünkü biliyorum, benim gibi hastalar gerçekte unutmak istedikleri şeye göre ayırılır. Çok azı yaşamaya devam eder. Geri kalanlar -evi unutamayacak olanlar- yalnızca hayatta kalır.
Duvar. Yıkılınca aşamazsın. Aşk gibi. Gözlerini geri alamazsın. Bir uyurgezerin hayatını andıran çocukluğum. Benim ağzını bıçak açmaz çocukluğum. İşte burada yatmaktaydı. Ve kendinden sonraki her şeyi yası tutulmamış bir fazlalık saymaktaydı.
Buz sarkıtları gibi asılmış bu suratlarda elbet keder vardı. Tevekkül ve o nüfuz edilemezlikten vardı. Kederi kahkahayla, şununla bununla örtmekteydiler. Ama yarım bilgi, eksik kavrayış yine de yoktu. Ali dayıda bile. Aralarında budala olmayan ve aynı zamanda bilginin tamamına birden bir şekilde nüfuz etmiş izlenimi vermeyen bir surat yoktu. Arkasını göstermeyen kurnazlıktan yoktu bu adamlarda. Gönülleri ve haysiyetleri ayazda çatlamış testiler gibi açılmıştı birbirlerine. Ezelden beri. Ve ölçülü, vakur davranışları gizli bir müziği takip edermiş gibi rahatlıkla dürüsttü, sofuca değil. Derin bir teklifsizlikle berraktı selamları, birbirlerine tütün tutmaları. Tarlada kırda örselenmiş gözleri kara yoksulluk karşısında, derin su yüzeyleri dolunayın altında nasıl parıldarsa öyle parlardı.
Gecenin bir yarısı. Bir çift erkek ayağı evin önündeki basık kardan yapılma yolu ısrarla dövdü. Pat pat pat. “Ulaaa eyy!” Eve girmeden önce üst baştaki karlar inip yığıldı eşiğin önüne. Kapı açılınca soğuk odaya daldı. Her şeyi tazeledi kar kokusu. Yeni gelenin yüzünde kıyılarına kadar taşmış bir deniz. Yani selamın yarısı da demek olan o gülümseme. Üleştirildi, pay edildi olmayanların da yüzlerine. Önce gelenler mutfak odasının gürül gürül kuzinesi etrafında halkalanıp yerleşmişlerdi. Yer açıldı. Bir minder daha atıldı.
Muhabbetin hiç konuşulmayan ve değişmeyen konusu gurbettir. Yüzler tekrar soldu. Gurbete çıkılacak. Ve o uzak, loş köşede onları pür dikkat izleyen çocuk. Bu olağanüstü geceyi boydan boya kat eden kendi iç sarsıntılarını gözden geçirmekte. Gizli. Bilincinde bile olmadan. Selvinazlar’ın yolu kapanmış. Okula gelemeyecek. Kimbilir kaç hafta. Dünyası kararmış. Ama babası birkaç gün sonra altı aylığına evde olmayacağı için içi içine sığmaz halde uyuşmuş. Sevinçten. Ve üzüntü içinde. Berbat bir yara almış küçük sürüngenler gibi hareketsiz. Ne yapsa ısınamayacak. İçi titriyor yorganın altında. Taze kar soğuğundan çatlamış elleri apış arasında. Yakaları yağdan pırıl pırıl. Ben. Pür dikkat ve oralı değil hesapta.
Bardağın dolu tarafından nefret etmeseler bile ona doğallıkla kayıtsız kalırlar bu adamlar. Büyüklerimiz. Bardağın boş tarafı ise gizli bir güç verirdi sanki onlara. Uzayıp giden bomboş kırların herkese arka çıktığı bilinirdi. İçindeki odunları gürül gürül öğüten kuzineler geniş aile yapıştırıcılarıydı evlerde. Türkü saatinde açılan radyolar da öyle. Çünkü yoksunluk çirkinlikten ve umutsuzluktan değil, güzellikten ve umuttan elde ediliyordu o zamanlar. Hanelerimiz. Evet çatıları yamulmuş, yorulup yandakinin omuzuna yaslanmış, içi loş ve uçsuz bucaksız yaşanmışlık saklarlardı. Her köşesinde el izi, üç beş kuşağın insan kokusu ve hatırası vardı. Ağaç, taş ve çamurdan dış cepheleri soğuktan ellerini koynuna koymuş gibi bön bön bakardı. Çok eski zamanlardan kalma binalardı bunlar. Saf, duygu dolu, yufka yürekli evlerdi. Bu evlerin o beylik hüznü bile, biliyor musunuz, insanı taptaze, gizli bir kavrayışa zorlardı. Yani sahibini mahcup da eden o talihli hazineydi hüzün o zamanlar. Gülümsemek cömertti, yanılgıya sığınak açardı.
Bilemiyorum, hiç değilse o kış gecesi, köyün gurbete gidecek adamlarının kambur sırtları, kederden uzamış tıraşsız sert suratları beni böyle düşündürüyordu. Kömür diye bir şeyden bahsediyorlardı durmadan. Malkara diye bir yerden. Yerin altına ineceklerdi. Kömür tünellerine. Nasıl işse, kışın sıcak olurmuş. Oradan para alacaklardı kış boyu çalışıp. Kazanılacak para daha şimdiden, tünelin ucundaki ışık gibi aydınlatıyordu gurbetçilerin suratlarını. Tarla, çayır, yayla mevsimi başlamadan köy otobüsünden o kurumlu çalımla inip döküleceklerdi birbiri ardına. Sıkı örme yelek, geniş uzun yakalar, İspanyol paça, beyaz çorap ve içinde Marlboro, parlak rugan ayakkabılar. Fiyakalı tahta bavullarla ve ellerinde filelerle. File! İçini dolduran portakalların köye yeni gelmiş misafirler gibi saygıyla karşılandığı o file. Patlamış ve üzerine yapışmış onlarca çift çıplak çocuk gözüyle yağmalanmayı bekleyen o file.
Muhabbeti baştan sona kat eden kederde gidecek olmanın gizli damgası dururdu. Kaçak tütün dolu gümüş tabaka “Oooff!” çekene özel bir hürmetle sunulurdu. Kaba, nikotinli seslerinde, o nasıl bir dirlik vardı? Yılın altı ayını dağlarda yalnız başına geçiren amcam. Kömüre gideceklere felekten bir gece hediye ederdi. Kavalla ve kaçak Bitlis tütünüyle. Zaten yalnız olduğu için, şimdi yalnızlığına bir sebep de bulunacak olmasının -bilinirdi bu!- gizli sevinciyle. Gümüş tabaka. Kuru ekmek ve koyun peyniriyle. Yağmur altında yayla barakalarında, ikide bir çatıyı omuzlayan Kıble fırtınalarında mezra evinde senli benli olmuştu o tabakayla amcam. Komşumuz Ali dayının taş duvar inşaatlarında yarılmış, çam reçinesiyle iyileşeceğine iyice kabarmış mısır koçanı parmakları bir türlü baş edemezdi ince kâğıtla.
Sonunda usanır; “Sar şu b.ku İsmail!” diye hırıldardı. O vakit amcamın alışkın parmakları işe koyulur, dilinin ucu ince kâğıdın altından bir cerrah titizliğiyle öteye beriye geçer, püskülü ustalıkla keser, tütün dökülmesin diye kâğıdın ucunu hafifçe içeri kıvırır ve ağzındakini ateşe tükürüp keyifle sırıtırdı: “Çek b.kun kararsın Ali dayı!” Muhtar çakmağının alevi Ali dayının yapağı sakalları içindeki sigarayı zar zor bulur, ucuna dokunur dokunmaz parlar, sunturlu küfürlerle ayağa fırlayan zavallı ihtiyarın sofu suratı hiddetten ve keyiften kıpkızıl kesilirdi. O anda birden sökün eden kahkaha, haydut narası gibi taşkın, doldururdu odayı. Amcam Ali dayıya takılır, nasıl içileceğini göstermek için mahsustan küçültücü jestlerle, düşerse kırılacak hassas bir nesneymiş gibi abartılı bir dikkatle alırdı sigarayı ağzından.
Dumanı içine çekerken avurtları hızla çöker, gaz lambasının ışığı altında parıldayan çakır gözleri devrilir kapanırdı. Anlardım ben o anda. O türküye asılmasa da anlardım. “Olmadi benum deduğum da / Oldi gara yazilar /Aramuza gireyi da / Gara gara çazilar...” Anlardım ki amcamın konusu kendiliğinden değişmiştir de içerideki o gizli sızıyı kavala aktarmak vakti gelmiştir. O sızıyı, yani aynı yerden üç kere kırılmış kalbini bilirdim gizliden. Sırdaştık. Kaval çalarken bana göz kırptığında da böyle olurdu ya. Gülerek. Kavrayarak benim için de hayatı ve içindeki görünmez geçitleri gözeterek. Benim için de. Göz kırptıktan sonra uzun uzun dalarak ve yanaklarını havalı körükler gibi şişirerek, şişirerek, şişirerek, korkunç güzel ve rahvan bir gaydenin yuları sanki rahatlıkla elindeymiş gibi uyuşarak. Bağlantıyı tamamen keserek dünyadan. Tarifsiz sesin haricindeki her şeye karşı kapatarak, kendi içinin uzak, sisler içindeki ıssız dağlarına çevirerek gözlerini. Bu onun özel meydan okuma biçimiydi işte. Kırığa karşı. Bilincinde olmadan, ama tastamam kavrardım bunu ben. Dünyanın içinde ne varsa hepsine meydan okurdu böylece. Hele racon bilen, ağzı sıkı şahitler varsa böyle etrafında. Muhabbet demini iyice almışsa. Kaval ifşa ederdi herkesin bildiğini o vakit yeniden. Gayde değil, kan akardı sanki kavalın delikli gövdesinden. Kendini görkemli ve sade bir boş vermişlikle savunurdu böylece amcam. Hiç oralı değilmiş de kendini sanki yalnızca kendine karşı savunmayı haslet edinmiş gibi. Ve elbette kimsesizliğe karşı. Bu arada kadınsızlığa ve bunun omuzlarına ayrıca yüklediğini gizliden bildiğimiz utanca karşı. Amcamın iskemlesi, minderi hep kapıya yakın olurdu. Bunu bilirdim içeriden. Ama kaval vardı. Kaval, yani köyümüzün en saygın kut şamanı, bir tek amcamla ünsiyet kurmuştu. Bir tek ikisi sırdaş olmuşlardı. Buna kimsenin yapabileceği bir şey yoktu. Kaval elindeyken köyün dedikoducu kadınları amcamdan bir şekilde çekiniyorlardı. Bir tek o korur arka çıkardı amcama. Ve geri kalan herkesi, suçlarını bilerek, gözlerinin içine bakarak suçlardı. Susarlardı. Ağızlarını bıçak açmazdı o zaman. Mısır ayıklama ırgatlıklarında, düğünlerde ve hasat harmanlarında, kaval elden ele amcama doğru giderken daha, şenlik şamata buza keserdi. Amcam yanaklarını şişire şişire bir “gayde”nin içine ustalıkla yerleştirirdi bütün hikayeyi. Kalabalığın ortasında ve sanki bu kez kadın tarafından itilip kakılmamış da onun yerine herkesçe kucaklanmış. Bu garip duruşma her defasında amcamın yüzüne yayılan haklı, yorgun bir zafer gülümsemesiyle sonuçlanırdı. Gizli ve ortaklaşa bir gözyaşı o vakit meydanın uzak köşelerine doğru akardı.
Ah. Dünyadaki her şeyi aynı anda tutan bir ukde, bir nokta kaldı içimde o günlerden. Tuhaf bir ipucu, hayat hakkında. Ona acı da diyebilirim, hatıra da. İşin kötüsü, mutluluk da
Yeni yorum gönder