Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Burckhardt’ın Haki̇kat Yolculuğu



Toplam oy: 145
Titus Burckhardt’ın en dikkat çeken yönü, okuyucunun dikkatini İslam sanatının modern dönemde üzerinde pek durulmayan niteliklerine yöneltmek olmuştur. Din ya da medeniyetin en zahirî tezahürünün bâtında olanı kendisine özgü bir biçimde yansıtması gerektiğini dile getiren Burckhardt, sanatın da tanımı gereği dışsallaştırma olduğu hatırlatmasında bulunmaktadır.

Geçtiğimiz yüzyılda, entelektüel ve manevî nüfuzları coğrafî sınırların ötesine geçen çok sayıda münevver ve mütefekkirle şenlendi gönül dünyamız. Asıl derdimiz, bu şahsiyetlerin Batılı ya da Doğulu olması değil ulaşıp şerh etmeye çalıştıkları hakikatten ne oranda pay aldığımız. Entelektüel bir yolculuğa çıkmak için sanat ve içerdiği hakikat oldukça kıymetli bir “yol azığı” hiç şüphesiz. Hakikate talip olan bizlere yol azığı sunanlardan birisi de elimizdeki fotoğraflarında kalın çerçeveli gözlüğünün ardından hem entelektüel bir bakış hem de delici bir basiretle bakan Titus (Sidi İbrahim) Burckhardt (1908-1984).

Sanatın içinde doğmak
Titus Burckhardt, 1908’de Floransa’da Alman asıllı aristokrat bir ailede dünyaya gelir. Babası ünlü bir heykeltıraş ve amcası Jacob Burckhardt da bir sanat tarihçisidir. Parlak bir zekâ ve sezgiye sahip Burckhardt, ilkokul yıllarından başlayarak ömrünün büyük bölümünü birlikte geçireceği metafizisyen ve mütefekkir Frithjof Schuon’un (Şeyh İsa Nureddin) çocukluk arkadaşı. Genç yaşta sanatın farklı yönlerine duyduğu ilgi nedeniyle İsviçre ve İtalya’da çeşitli sanat çevreleriyle irtibat halinde olur. İslam sanatına duyduğu ilgi, genç Burckhardt’ı modernitenin hâkim olduğu Avrupa’dan Fas’ın Fez şehrine taşır. 1934’de Fas’ta İslam’la müşerref olarak İbrahim İzzeddin adını alır. Bu arada Şazeliyye’nin Derkâviyye koluna intisap eder Titus (İbrahim İzzeddin) Burckhardt. Hayatında bir dönüm noktası olan bu hadisenin ardından hem Arapçanın inceliklerine vakıf olma hem de bu beldede yaşayan Sufilerin esrârengiz irfânına doğru uzun bir yolculukta bulunur. Yolculuk ya da sülûk, nasıl adlandırılırsa adlandırılsın, Burckhardt’ı kutlu olanın peşinden sürükleyecek ve tadına vardığı lezzetten bizlere de tattırmak için yoğun bir tefekküre girmesine vesile olacaktır.
Çobanlıktan ilim tahsiline
Burckhardt, saflığını henüz yitirmemiş sanatı ve bu sanatı ortaya koyanların irfânını yerinde gözlemlemek için Fez civarında çobanlık yapmaktan tutun Karaviyyîn Camii’nde geleneksel ilim tahsiline kadar farklı uğraşlar içine girer. Zihni yeni tecrübelerle çalkalanırken, Fez’de birlikte olduğu dervişlerin dillerinden “Fusûs” kelimesini düşürmedikleri dikkatini çeker. Bir gün eline ibn Arabî’nin Fusûs’u geçince, sevinç içinde dostlarının yanına çıkagelir. Belki de bir sırra erişmenin hazzıdır Burckhardt’ı bu denli sevindiren. Bir dervişin gülümseyerek söyledikleri, iç burukluğuna neden olmuştur, “Fusûs’u idrâk salahiyeti olanlara onu mütala lazım gelmez, idrâk edemeyenler de zaten mütalaa etmeye ehil değil.” Belki de Burckhardt’ın ileride Batılı okuyucular için Fusûs’u tercüme etmesine vesile olan bu incelikli sözlerdir. Titus Burchardt, İslam sanatı ve maneviyatına ilişkin telif ettiği eserlerin yanı sıra ibn Arabî’nin Fusûs’u ve Cîlî’nin İnsân-ı Kâmil’i gibi çok sayıda klasik eseri tercüme etmiştir. Kısacası, son yarım asırda Batıda ibn Arabî’ye yönelik ilginin oluşumunda önemli katkı sağladığı açıktır. İlerleyen yıllarda kaleme aldığı Tasavvuf Talimine Giriş (Introduction to Sufi Doctrine) isimli eserinde hem bir teorisyen hem de bir pratisyen olarak tasavvufun inceliklerine dair oldukça önemli tespitlerde bulunur Burckhardt.
Sanatın cevheri, İlâhî Cemâldir
Burckhardt’ın en dikkat çeken yönü, okuyucunun dikkatini İslam sanatının modern dönemde üzerinde pek durulmayan niteliklerine yöneltmek olmuştur. Din ya da medeniyetin en zahirî tezahürünün bâtında olanı kendisine özgü bir biçimde yansıtması gerektiğini dile getiren Burckhardt, sanatın da tanımı gereği dışsallaştırma olduğu hatırlatmasında bulunmaktadır. Sanatın cevheri güzellik ya da cemâl olduğu için de dışsallaştırılan şeyle ilahî bir nitelikten bahsediyor olduğumuz akıldan çıkarılmamalıdır. Eserlerinde Gelenekselci Ekol’ün önde gelen temsilcileri Guénon ve Schuon’un fikirlerinin özellikle sanat ve maneviyat alanındaki yorumu öne çıkmaktadır. Bu açıdan bakıldığında, Burckhardt’ın dostlarının moderniteye yönelik eleştirileriyle aynı doğrultuda bir söylem geliştirdiğini görürüz.
İslam sanatının ihtişamı: Süleymaniye
Örneğin Burckhardt’a göre modernlerin soyutlamalarında, bilinçaltından gelen akıldışı dürtülere vasıtasız ve ferdî bir cevap gözlenebilirken, Müslüman bir sanatkâr için soyut sanat ezelî bir kanunun ifadesidir ve elden geldiğince kesrette Vahdeti izhar etmektedir. Gönüldaşı Seyyid Hüseyin Nasr onun düşüncelerini teyit edercesine profan anlayışın egemen olduğu her yerde, soyutun dışavurumunun ağırlıklı olarak bir mahiyet kaygısı taşımayan gökdelenler olduğunu söyler. Oysa İslam sanatının dışavurumu, bütün ihtişamlarıyla kutsalı yankılayan Tac Mahal ya da Süleymaniye’dir.
Kutlu olanın ardındaki simya
Bu bağlamda, Burckhard’a göre göz/kalp aynasından görülebilecek olan kutlu eserlerin ardındaki sembolizm ve simya, hikmetle fennin evliliğinden doğan devasa bir vizyonu da ortaya koymaktadır. Geleneksel sanatların her formunu izah için İslam Sanatı gibi eserler kaleme alan Burckhardt’a göre günümüz insanı için görünür olanın tecrübesi, içkin ve aşkın olana yönelmekten daha kolay erişilebilir bir konumdadır. Sanatsever Batılıları Rönesans’tan itibaren özellikle Hint sanatına çeken yön, Batı sanatında sûrete/forma karşılık gelen ikonik bileşenleri barındırmasıdır. Oysa Doğu sanatında suretin ardındaki sembolizm ve metafizik derinlik, içerdiği değişmez hakikati sezme kabiliyetine sahip olanlara rahatlıkla sunabilir.
Anikonik Sanat
Burckhardt’ın entellektüalitesi ve sezgisi, genelde Doğu sanatının özelde ise İslam sanatının veçhine ya da özüne nakşedilen güzelliği keşfetme üzerine kuruludur. Burchardt’ın deyimiyle anikonik bileşenleri içeren İslam sanat dağarcığı, suret ve ötesini yani maneviyatın içkin olduğu mahiyeti hat, tezhip, çini, zillic gibi sayısız formla açığa çıkarma kapasitesine sahiptir. “Ars sine scienta nihil est” (ilimsiz hüner hiçtir) düsturuyla hareket eden Burckhardt, bir UNESCO uzmanı olarak 1972-1974 yıllarında tüm mesaisini Fez şehrindeki tarihi eserlerin envanterinin çıkarılıp koruma altına alınmasına sarf ederek manevi açıdan beslendiği bu beldeye vefâ borcunu ödemeye çalışmıştır.
Hakikat arayışıyla türlü sarsıntılar ve sıkıntıların bir köşeye sıkıştırdığı yolcular için Titus (Sidi İbrahim İzzeddin) Burckhardt gibi kutlu sanat ve içerdiği kutlu hissi bize ulaştıracak nice hakikat yolcularının yetişmesi temennisiyle...

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.