Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

"Bütün kitaplarım başarısız intiharlarımdır"



Toplam oy: 1049
Emil Michel Cioran // Çev. İsmail Yerguz
Jaguar Kitap
Cioran'ı tanıyanların zaten tereddüt etmeden alacakları, yeni tanışanların ise yazarın diğer eserlerini merak etmesine neden olacak bir kitap bu.

“Aforizma,” Yunanca “aphorismos” (kısıtlama) sözcüğünden türemiştir. Sözlük şöyle tanımlar: “Bir düşünceyi, bir duyguyu, bir ilkeyi kısa ve kesin bir biçimde anlatan, genellikle kim tarafından söylendiği bilinen özlü söz.” Felsefe tarihine baktığımız zaman da kimi düşünürlerin düşüncelerini aktarmak için aforizmayı bir yöntem olarak seçtiğini görürüz. Kuşkusuz bunların içerisinde akla gelebilecek ilk isim Nietzsche’dir. Kimi zaman Hegel, Kant gibi büyük sistem kuramcısı filozoflar ile aforizmacılar arasında bir karşıtlık kurulduğu da olur. Ancak karşıtlığı Nietzsche gibi sistemini aforizma yöntemi ile aktarmayı seçenlerle, bir sistem oluşturma dertleri olmadan aforizma ile düşüncelerini aktaranlar arasında kurmak daha doğrudur. Aforizmanın avantajı kolay anlaşılması, dolayısıyla daha geniş bir okuyucu tabanına seslenebilmesidir. Bu yüzden de felsefi düşünce geleneğinin olmadığı ülkelerde bu tür düşünürler daha çok bilinip okunurlar. Bizim genel olarak okuyucumuz da, roman yazarımız da aforizma sever. Okuyucumuzun hoşuna gider çünkü bir cümlede hayatın anlamını çözmek şahanedir; yazar da aforizmanın okur nezdindeki cazibesini bildiğinden ıkına sıkına aforizma “yumurtlamaya” çalışır. Ama genellikle uçucudur aforizma; algılandığı hızla tükenir; bir felsefi sistemi anlamanın kapsayıcı ve kalıcı etkisini bırakmaz insan beyninde. 

 

Bir rahibin oğlu olarak Romanya’da doğan, ilk kitaplarını orada yayımlayan, ancak Fransa’da yaşarken ve Fransızca yazdıktan sonra geniş kitlelere ulaşan Cioran da aforizmayı bir yöntem olarak seçen düşünürlerden. Nietzsche’nin tersine, onun bir sistem yaratma kaygısı bulunmuyor, bu yüzden bir tutarlılık aramak da gereksiz ya da Cioran’ı tutarsızlıklarıyla eleştirmenin çok anlamı yok. Sistematik felsefe okullarının etkisini ve izini göremeyiz onda, hatta anti-filozof, anti-moralist bile diyebiliriz onun için. Kendi ifadesi ile “duyularının sekreteri”dir. Sistematik felsefe ile bağlantısı –maalesef– yok denecek düzeyde olan bizim gibi kültürlerde okunması kolaydır; ama teolojik kökenleri, hesaplaşması ve diyaloğu nedeniyle gerçekten anlaşılması zahmetlidir. 

 

Geleneksel felsefeye olan ilgisini ilk gençlik yıllarında kaybeder Cioran: “Türedi bir nevrozlu, cüzzam peşindeki bir Eyüp, pespaye bir Buda, tembel ve yolunu şaşırmış bir İskit’ten başka bir şey değilsem, benim suçum mu bu?” “Çölde yaşayan, dikiş tutturamamış biri”, “sütunun tepesinde yaşamak isteyen ama sütunu olmayan bir münzevi”, “alaycı, soğuk bir bilge”, “metafiziğe çok az bulaşmış bir mezarcı”, “ilahi bir yargı sonucu melankolik olmuş biri”, “ölü doğmuş bir uyanık”, “nesnellik kaygısı içindeki bir çılgın”, “metafor olarak öfkeli biri”dir.

 

Gençliğinde Hitler’e ve Nazi Almanya’sına hayranlık duyan Romenlerdendir. Avrupa’nın batısına göre geç ve geri kalmış bulduğu ülkesinin ancak Nazi dinamizmine benzer bir hızlı modernleşme ile ayağa kalkabileceğini düşünür. Faşist kalmaya devam eden Mircea Eliade’nin tersine, ileri de totalitarizme bu bağlılığı konusunda pişmanlık belirtecektir. Nazizme sarıldı demekten ziyade totalitarizmde çözüm aradı demek daha doğru olur; zira Hitler’i de, Lenin’i de alkışlar!

 

Batı’nın entelektüel tarihini anlayabilmek için derinliğine nüfuz edilmesi şart olan düşünürlerdendir Cioran. Hıristiyanlıkla diyalog ve düşünsel bir mücadele içerisinde şekillenen bu düşünce geleneğinin bir insan boyutundaki örneğidir adeta. Gözyaşları ve Azizler de bu mücadelenin ilk duraklarından birisi, bir kopuşun serimlenişidir. Kötümserdir. Kötümserliğinde gençlik yıllarında yakasına yapışan ve yıllarca süren, daha sonra Fransa yıllarında uzun bisiklet gezileri ile deva bulacağı uykusuzluk hastalığının payı olsa gerektir. Uykusuzluktan işkence çektiği o yıllara ilişkin, 1935’te annesinin, “eğer bu kadar mutsuz olacağını bilseydim, kürtaj yapardım,” dediğini aktarır. Bir papaz eşi olan annesinin bu yaklaşımına hayran olur.

 

Üslup takıntısı

 

 

Birçok kitabı Türkçeye çevrilmiş bulunan Cioran’ın ilk kitaplarından birisi en geç geleni oldu. Gözyaşları ve Azizler’i 25 yaşında yazar, annesini tedirgin eden, kutsallıklara yönelik eleştirileri nedeniyle arkadaşlarının tepkisine neden olan kitap, Cioran Fransa’ya gittikten sonra yayımlanır. Ancak bizim okuyacağımız çeviri, Cioran’ın yıllar sonra gözden geçirdiği, muhtemelen dilini de yenilediği ve kısalttığı Fransızca versiyonudur. Yayıncılar bir fikir vermesi açısından kitabın sonuna çıkarılan kısımlardan bir ek yapmışlar. Fransızcayı iyi kullanmayı bir amaç haline getiren Cioran bu konuda şöyle söyler: "Anlıyorsunuzdur, Rumencede bir ya da iki kitabı bir oturuşta yazmıştım! Tekrar bile okumamıştım, ilk atımdı! Kötü yazılmışlardır, doğal olarak. Bu tür komplekslerim yoktu. Ama Pascal'i görünce, bütün o dil takıntılı Fransız yazarları gördükçe, kayda değer bir çaba gösterdim." Bu uğraşı onun Fransız dilinin en iyi üslupçularından birisi yapacaktır.

 

Cioran’ın belki de en büyük şansı faşizmden yakasını kurtarabilmesi için bir iyilik meleğinin dokunmasıdır. Bükreş’teki Fransız Enstitüsünün direktörü, metinlerinin ve görüşlerinin ötesinde bu genç adamın ender rastlanan kişiliğinin kıymetini ve gelişme potansiyelini anlayarak ona Paris’te bir burs ayarlar. Paris’te yaşamaya başlayan Cioran bu burs karşılığında adeta hiçbir şey yapmaz. Ancak ona inanan direktör bursunu yeniler. Böylece yeni bir düşünsel evreye zemin olacak kültürel bir atmosfer içerisinde bulur kendisini.

 

Yazarı tanıyanların zaten tereddüt etmeden alacakları, yeni tanışanların ise –önceki kitaplarını okuyanların da bir zamanlar başına geldiği gibi– Cioran’ın diğer eserlerini merak etmesine neden olacak bir kitap bu. Yalnız unutmayınız, Cioran’ın kötümserliğinde sarkastik bir boyut hiç eksik olmaz.

 

Bu kadar aforizma muhabbeti yapıp, hele de söz konusu olan Cioran ise, örnek vermeden bitirmek olmaz. Sözü ona bırakalım:

 

“Her acının sınırı daha büyük bir acıdır”; “Tanrı yalnızlıktan korktuğu için yaratmıştır dünyayı. Yaratılışın tek açıklaması budur. Yaratıklar olarak varlık nedenimiz Yaratıcı’yı eğlendirmekten başka bir şey değildir. Zavallı soytarılar olarak bu dünyada alkışlarını hiç kimsenin duymadığı bir seyirciyi eğlendirmek için dramlar yaşadığımızı unutuyoruz. Ve Tanrı azizleri yarattıysa eğer –diyalog gerekçeleri olarak– nedeni yalnızlığını hafifletmektir”; “Yaşamı tutkuyla sevenler dışındakilere ölüm hiçbir anlam ifade etmez. Ayrılacağı bir şeyi olmayan biri nasıl ölebilir ki? Ayrılık hem ölümün hem de yaşamın olumsuzlanmasıdır. Ölüm korkusunun üstesinden gelmiş biri yaşam karşısında da zafer de kazanmıştır. Çünkü yaşam bu korkunun diğer adından başka bir şey değildir. Sadece zenginler ölümü yaşar; fakirler ise bekler onu. Hiçbir dilenci ölmez, sadece sahip olanlar ölür. Zenginlerin çektiği acı, fakirlerin kuş tüyü yatağıdır. Ölüm tüm sarayların korku ve çilesini kendisinde toplamıştır. Lüks içinde ölmek milyon kere ölmek demektir."

 

 


 

* Görsel: Ece Zeber

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.