Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Bütün olmaya dair hayal kırıklığıyla karışık arzu



Toplam oy: 1152
Chimamanda Ngozi Adichie // Çev. Zeynep Çiftçi Kanburoğlu
Can Yayınları
Amerikana ırk ve ırkçılık üzerine yazılmış onlarca akademik esere taş çıkartıyor.

Birkaç haftadır dünyanın birçok ülkesinde gösterimde olan polisiye dizi The People v. O.J. Simpson, 12 Haziran 1994'te işlenen Nicole Brown Simpson ve Ronald Goldman cinayetlerinin ardından, eski Amerikan futbolcusu ünlü oyuncu O.J. Simpson'ın yargılanmasını işliyor. Los Angeles polisinin “Afrika kökenlilere” yaygın biçimde ve orantısız şiddet uygulamasını, özellikle 1992'de büyük tartışma yaratan taksi şoförü Rodney King'in maruz kaldığı korkunç muameleyi hatırlatarak başlayan dizi, esas meselenin ırkçılık olduğunu en başından ortaya koyuyor. İkinci bölümün hemen başında O.J., polisler tutuklama emriyle evine ulaşmak üzereyken kaçıyor ve canlı yayınla, tüm ABD'nin gözlerini ayırmadan izlediği bir kovalamaca başlıyor. Bu sırada televizyon izleyen, yargılama esnasında savcı yardımcısı olarak görev yapacak Christopher Darden, Simpson'ın lüks villasından çıkmayan, golf oynayan ve hayatı boyunca ırk eşitliği için hiçbir şey yapmamış, yani “artık beyaz olmuş” biri olduğunu söylüyor. (Sınıf ırkı döver!) Komşusu yaşlı amca cevabı yapıştırıyor: “Peşinde onu kovalayan polisler var. O şimdi siyah.” (Sınıf bazen görünmez olabilir, ama siyah olduğunu herkes görüyor adamım!)

 

Amerikana, içinde yaşadığımız modern toplumların en temel meseleleri hakkında sarsıcı saptamalar yapabilen, bunu yaparken de okuru adeta katılımcı bir yöntemle düşünme pratiğine dahil eden, dolayısıyla hem kapsam hem de yöntem açısından çok güçlü bir roman. Azgelişmişlik ve Üçüncü Dünya, gelişmiş ülkelerde göçmen olmak, ABD'de ırk ve ırkçılık hakkında bildiğinizi sandığınız ama aklınızın ucundan geçmeyen olağanüstü nüanslar, uzun yıllar “Batı”da yaşadıktan sonra “vatana” dönmenin yarattığı ikinci yabancılaşma romanın temel eksenlerinden. İki ana karakter olan Ifemelu ve Obinze'nin hayatlarını, lise yıllarından otuzlu yaşlarının ikinci yarısına kadar izleyen roman, bir kuşağın hayatındaki popüler kültür öğelerine ve dönüm noktalarına da ışık tutuyor. 

 

Nijerya'da doğup ABD'ye göç eden Ifemelu, tekil olmanın imkansızlığı karşısında parçalı kimliğini benimseyen, dışarıda kalmayı becerebilen biri.

 

 

 

Ifemelu'nun ergenlik yıllarında Lagos'ta başlayan hikaye, genç bir kızın gündelik hayatı üzerinden Nijerya'da toplum ve siyaset hakkında ince saptamalarda bulunuyor. Yazar Adichie, ordunun ülke üzerindeki hâkimiyetinden; yaygın yoksulluk, yoksunluk ve alt sınıflardan; ya da sınıf atlamanın dalkavukça, kökten dinci ve/ya “ahlaksız” yöntemlerinden bahsederken son derece rahat, yırtık kotların 90'larda nasıl da moda olduğundan söz eder gibi teklifsiz bir dil kullanabiliyor. Aklından geçenleri bir solukta söyleyen, gözlemleri keskin Ifemelu'nun, ifadelerinde gereksiz ayrıntılardan kaçınan, meselenin özünü kısa yoldan gözünüze sokan yetkin bir blogger olacağı baştan belli gibi duruyor.

 

Ülkesinde sürüp giden grevler ve üniversitelerin işlemez duruma gelmesinin ardından her nasılsa vize almayı başarıp ABD'ye giden genç kadının yaşadıkları, yeni bir ülkede yeni bir başlangıç yapmanın zorluklarını bir bir sıralıyor (Benzer zorlukları lise aşkı Obinze de İngiltere'de yaşıyor). Bir yandan doğdukları ülkeyi bir noktada muhakkak terk etmeye koşullanarak büyümek, öte yandan uzaktan hayranlık duydukları, diline ve kültürüne hâkim oldukları Kuzey'de (kağıtsız) göçmen olmanın ağırlığıyla ezilmek bu hayatların ortak noktası. Obinze bir metro istasyonunda durmuş, yanından hızlı adımlarla geçip giden insanları izlerken, çok acil ulaşmaları gereken bir yer, hayatlarının bir amacı varmış gibi yürüyen bu insanlara özeniyor. “Çalışabilirsin, burada kaçak değilsin, görünür birisin ve ne kadar şanslı olduğunu bilmiyorsun bile.”

 

Romanın merkezinde ırk kavramı ve Ifemelu'nun Amerika'daki hayatını belli bir düzene oturtmasının ardından (üniversite diploması, yeşil kart, düzenli iş) açtığı blog var: “Irk’ıncı ya da Amerikalı Olmayan Bir Siyahın (Daha Önce Zenci Olarak Bilinen) Amerikalı Siyahlara Dair Muhtelif Gözlemleri.” Hiç kimsenin siyah bebek evlat edinmek istememesi, kendi ülkelerinde siyah olduklarını düşünmeyen Jamaika ya da Ganalıların Amerika'da siyah ve sadece siyah olmaları, siyah bir kadına iltifat etmek için illa ki “güçlü” kelimesinin kullanılması, popüler kadın dergilerinin yüzde seksen oranında beyaz kadın fotoğraflarıyla dolu olması ve sadece beyaz kadınların işine yarayacak saç, makyaj tavsiyelerinde bulunması, ister siyah, Yahudi, Hispanik, Uzakdoğulu olsun, tüm madun grupların çelişkili bir şekilde WASP beyazlığını (yani beyazlığın ayrıcalıklarını) arzulaması, simsiyah siyahlar ve melez siyahlar arasındaki statü farkı, Michelle Obama'nın lepiska saçları, yazdığı çarpıcı yazılardan sadece birkaçı. Hepsi de hayatın içinden harika örneklerle bezenmiş bu yazıları, Ifemelu'nun akademisyen sevgilisi Blaine fazla genellemeci ve sığ bulsa da Amerikana ırk ve ırkçılık üzerine yazılmış onlarca akademik esere taş çıkartıyor.

 

Bridget Jones ya da Carrie Bradshaw

 

Chimamanda Ngozi Adichie sadece doğduğu ülkeyi terk ettiğinde ve başka bir coğrafyada var olma mücadelesi verdiğinde değil, ülkesine geri döndüğünde de aslında yabancı olan bireylerin varoluş durumunu trajikleştirmeden anlatmayı başarıyor. Daha küçük bir kızken annesinin şuursuz, batıl dindarlığını ya da halasının metres hayatını eleştirebilen Ifemelu, hayatı boyunca içinde bulunduğu her durumda gözlemleyen ve dolayısıyla yadırgayan, şüpheci bir karakter. Bu yönüyle hiçbir kimliğe yapışmıyor, hiçbirine mutlak üstünlük atfetmiyor. Sınıf arkadaşı Emenike gibi kolaylıkla “Biz İngilizler” diyebilen ya da yurt dışından ülkesine dönmüş dostları gibi Lagos'un nasıl New York'a benzemediği konusunda söylenen biri değil. Girdiği kabın şeklini sorgulamadan benimseyenlere kuşkuyla yaklaşan, saf, bütün, tekil olmanın imkansızlığı karşısında parçalı kimliğini benimseyen, dışarıda kalmayı becerebilen biri.

 

Gündelik siyaset bağlamında ve kamusal olarak çokça tartışılan konuları müstehzi bir blogger edasıyla işleyen roman, konu ergenlik, gençlik, ilişkiler, ayrılıklar, aşk olduğunda aklı başında bir Bridget Jones hikayesini ya da seksten yeterince bahsetmeyen bir Sex and the City bölümünü hatırlatıyor. Bridget Jones ya da Carrie Bradshaw gibi yazar bir karakter olan Ifemelu, romanın başından itibaren okurunu cazibesi, kıvrak zekası, sürekli “İşler düşündüğünüzden daha karışık,” diyen kararsızlığı ve tatlı diliyle kitaba bağlıyor.

 

 


 

* Görsel: Nora Yeksek

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.