Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çalışmanın hayatımızda ne işi var?



Toplam oy: 1368
Andre Gorz
Ayrıntı Yayınları

Metroda uzun zamandır görmediğiniz bir dostunuzla karşılaştınız, kıyafetleri, yüz hatları ve ayakta dikilirkenki duruşu ne kadar da değişmiş, şaşırdınız: yıllardır bir ofiste, üzeri dosya dağlarıyla örtülü bir masanın arkasında yarı kısık gözleriyle bir köstebek gibi çalışıyordu, canının sıkıldığını söylüyordu bazen ama iş hayatı böyledir, akşamları kendisini eğlendirecek şeyleri bulmaya hâlâ gücü vardı, meğer o işten ayrılmış, artık “kendi kendinin patronu” olmuş. İşinden, ofisinden, masasından ayrılana geçmiş olsun demek adettendir, ancak bu iki sözcüğü duyar duymaz sağ eliyle omzunuza iki defa pat pat vurduğunu fark ediyorsunuz, üstelik çok da mutlu olduğunu söylüyor.




Birer kahve içmek için birlikte yürümeye başladığınızda cebinden çıkardığı telefonu karıştırdığını fark ediyorsunuz ama zaten bu aralar herkes telefonlarını böyle okşuyor sürekli: karşılıklı oturup sohbet etmeye koyulduğunuzda yeni bir ofiste çalışıp çalışmadığını sormaya niyetleniyorsunuz ama belli ki çalışıyor, birlikte oturduğunuz anın içinde de o çalışmasına devam ediyor, bakışları çalışmayan birininkilere benzemiyor. Oysa siz onun ruhunu kurtarmak için işinden ayrıldığını varsaymıştınız, şimdi kurtulmuş bir ruhtan çok artık kurtarılmayı umursamayan birine benziyor. Andre Gorz, arkadaşınızın da dahil olduğu bu insan grubunu “kitap yazan gazeteciler, sanat eseri yaratan grafikçiler, hacker olarak serbest yazılım geliştirerek maharetlerini sergileyen bilgisayarcılar... hepsi de kendi onurunu kurtarmanın, ‘ruhunu kurtarmanın’ yolunu aramaktadır” diyerek tarif ediyor. Ancak içine girdikleri, içine girdiğimiz kurtuluş mücadelesinin sonunda ancak kendi kendimizin girişimcileri olabiliyoruz. Foucault bunu “öznellik pratikleri/öznellik teknikleri” diyerek açıklıyordu: Antik çağdan bu yana “ruhumuzu kurtarmak” için attığımız adımlar, öznelliğimizi inşa etmek üzerine kurulu olduğunda, aslında ruhumuz geri döndürülemez bir biçimde kurtarılamaz hale geliyor. Gorz kendi kendinin girişimcisi olmanın bir alternatif, kaçış yolu veya son çare değil, sistem tarafından zaten özendirilen bir seçenek olduğunu söylüyor. “Her faaliyet bir business olabilmelidir; ‘kişinin kendisiyle ve başkalarıyla ilişkisi özellikle mali tarzda tahayyül edilecektir.’” Daha sonra Pierre Levy’den alıntılıyor: “Herkes sürekli olarak her konuda business yapmakla meşgul olacak: cinsellik, evlilik, üreme, sağlık, güzellik, kimlik, bilgi, ilişkiler, fikirler. Ne zaman çalışıp ne zaman çalışmadığımızı çok iyi bilmiyoruz. Sürekli olarak her türlü business’la meşgul olacağız. Ücretliler bile bireysel girişimci olacak, kendi kariyerlerini küçük bir işletmeyi yönetir gibi yönetecekler: kendilerini yeniliklere hazır hale getirecekler. Kişinin kendisi bir işletme olacak. Ne aile kalacak ne de ulus.”




Taslağı yeni çizilmiş bir dönem




Gorz metalaşmanın maddesizleşmesiyle ilgileniyor: kendini satma eyleminin yaşamın bütün alanlarına yayıldığı toplum tahayyülü, geleceğe değil, halihazırda içinde yaşadığımız “bilgi toplumu”na ait. Sahip olduğunuz bilginin niteliği ve işlevinin şekillendirdiği bir ölçek içinde, toplumsal konumuzun maddi gerçekliği de belirlenmiş oluyor. Gorz bilişim sektöründe çalışanlara, özellikle de yazılımcılara büyük bir dikkat gösteriyor: emek ve sabit maddi sermayenin önemini kaybettiği bir dönemde markalaşma, sayısal ortamdaki temsil ve erişilebilirlik, peşinden koşulan yeni özellikler olarak öne çıkıyor. Gorz, Naomi Klein’ın No Logo’sundan faydalanan bölümlerde yalnızca emeğin değil, şirketlerin de maddi niteliklerini yitirdiklerini, Nike’ın ünlü ‘swoosh‘ logosunun veya Apple’ın ısırılmış elmasının üzerinde bulundukları nesnelere nasıl doğaüstü bir nitelik ve güvenilirlik kazandırabildiğini tartışıyor. “Maddesiz” sermayenin 1990‘larda başlayan büyük yükselişi 2008 kriziyle sona ermiş gibi görünmekle birlikte artık çalışan sınıflar “maddesiz” üretimi içselleştirdikleri için aslında taslağı yeni çizilmiş bir dönemin eşiğinde duruyor da olabiliriz pekâlâ.



Ne istiyoruz? “Çalışmamak” yanıtının yerini gittikçe artan oranda “verimli çalışmak” alıyor, “bir işe yaramak” veya “ofiste bütün gün boş boş oturmamak.” Ancak uzun zamandır görmediğiniz eski dostunuzun da size anlatabileceği gibi, maddesiz kapitalizmin çağında çalışma ve verimlilik kavramları birer libidinal ekonomi kavramına dönüşmüş durumda. Aklımız bize, çalışırken hesabına çalıştığımızı düşündüğümüz kişi olan kendimizin bir fikir olarak kime çalıştığı üzerine düşünmemiz gerektiğini söylerken buna direnç gösteren çalışma ve verimlilik arzumuz ancak kendimizi bir fikir olarak kendi kendimize kurduğumuz takdirde kendimizin gerçekten de özgür ve son kertede kendimiz olabileceğini söylüyor. Çalışarak kendim olmaya çalıştığımda kendim olmaktan çıkıyorum, ruhumu kurtarmayı amaçlayarak şimdiki yaşantıma tövbe ettiğimde kurduğum yaşam çok daha yoğun biçimde günaha (“çalışmaya”) bulaşmış oluyor, bu durumda “çalışmayı” en maddesiz şeymiş gibi görünen öznelliğime yöneltebilirim, bu da beni bir öznellik arkeoloğu yapar, benliğimden kazıdıklarım maddesiz bir sistemin nasıl kurulduğunu bana söyleyebilir belki. Ama tabii bunları arkadaşıma söylemedim, zaten onunla kahve içip konuşmaya dalınca saatin kaç olduğunu unutmuş, işe geç kalmışım.

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.