Bir papaz cemaatinin üyesi olan Matmazel Liliane Rosset, biyografi yazarı olarak ünlenen Zweig’a 1935’te bir mektup yazar; Zweig’dan, 16. yüzyılda Kalvencilerin fikirlerini yaymak için başvurdukları zalim yöntemlere karşı açıktan mücadele eden Sebastian Castellio’nun biyografisini kaleme almasını talep etmektedir. Zweig bu öneriye şöyle yanıt verir: “Sebastian Castellio hakkında hemen hemen hiç bilgim olmadığını itiraf etmekten dolayı utanç duyuyorum. Ama Calvin’in şahsiyeti ve onun Serveto’yla olan acımasız mücadelesi uzun zamandır ilgimi çekmekteydi. Bu mücadelenin tarafı Castellio’nun kişiliği hakkında pek bir şey bilmiyordum. Siz, bunun benim ilgimi çekeceğini isabetli bir şekilde tahmin ettiniz. Bir şahsiyete ilk andan itibaren nadiren böylesine bağlanır, böyle ani bir sempati duyarım ve sanırım ona biraz mesai hasredeceğim.” Bu mesai gerçekten de hasredilir ve işte şu an elimizdeki, zorbalığa karşı bir manifesto olarak nitelendirebileceğimiz bu mükemmel çalışma ortaya çıkar. Kuşkusuz Nazizmin yükselişi de Zweig’in bu konuya önem atfetmesinde büyük bir rol oynamış olmalı... Türkiye’nin siyasi tarihinde zorbalık, otorite, tiranlık tartışmalarının hiç olmadığı kadar gündemde olduğu bir dönemde bu kitabın Türkçeye kazandırılmış olması da ayrıca çok önemli.
Calvin, Serveto ve Castellio’nun hikayelerini okurken Hıristiyanlık içi mezhep mücadelelerinin ne boyutta ve hangi şiddette cereyan ettiğine dair de fikir edinebiliyoruz. Bu metin, Irak’taki son gelişmeler nedeniyle İslamın tartışıldığı bir dönemde, karşılaştırmalı bir okuma olarak Hıristiyanlığın kara dönemi hakkında bilgilenmek, sürece karanlık tarihini unutmuş Batı’nın gözleri ile bakmak yerine (İslamofobi), bir bütün olarak din sorunsalı çerçevesinde bakmamıza; aynı kökten türeyen ve farklılıkları marjinal olan dinlerin arasında bir iyilik hiyerarşisi oluşturmanın ne kadar beyhude olduğunu anlamamıza yardımcı olacaktır. Sorun hangi din değil, bir bütün olarak din olgusudur. Hıristiyanlığın çeşitli mezhepleri arasında hayatın her alanında yaşanan sert ve kanlı mücadelenin Orta Çağ’da esas olarak tamamlanmış olması, dinin toplumsal yaşamı biçimlendirme konusundaki olanaklarının bu şiddet dolu süreçte test edilip tüketilmesi Batı’daki seküler gelişmelerin de önünü açmıştır. İslam dünyasında yaşanan süreçler ise tarih sahnesine geç çıkmış bir Orta Çağ görüntüsü veriyor. 12. yüzyıldan itibaren bilim ve kültür hegemonyasını Batı’ya kaptırdıktan sonra, çok uzun bir süre, mezhepler arası mücadele düşük bir profilde seyrediyor. Soğuk Savaş döneminde, Sovyet bloğunun çöküşüne kadar ise İslamı daha çok emperyalist güçlerin ve yerel diktaların (tıpkı Türkiye’de olduğu gibi) manipülasyon aracı olarak görüyoruz. Ancak “komünizm” tehdidinin ortadan kalkması, ABD hegemonyasının sarsılması, silinecek noktaya gelmesi ve dünyadaki hegemonik devlet boşluğunda İslamın kendi iç çelişkileri ve sorunları su yüzüne çıkmaya başlıyor. Hiçbir ideoloji ya da düşünce kendi olanaklarını tüketmeden, gücü test edilmeden marjinalleşemiyor. Yaşadığımız süreç belki de Hıristiyanlığın Orta Çağ’da test edilip toplumsal yaşamın tümü için uygun bulunmaması gibi, İslamın da kendi iddia ve potansiyel olanaklarının test edilip yaşanan başarısızlıklarla yeni açılımlara yönelmesine vesile olacaktır...
"Her baskı, önünde sonunda isyana götürür"
Zweig siyasi ve dini bir figür olarak Zorba’nın röntgenini çekiyor; tiranlık ile kitleler arasındaki ilişkinin nefis bir analizini yapıyor. Bu analizler ister istemez Türkiye’yi ve onun en önemli siyasi figürünü anımsatıyor. Elbette sadece en taze olanı hakkında değil, tarihimizin tüm otoriterleri hakkında da düşünmek gerekiyor. Yazının devamında sözü ona bırakalım: “Her tür baskı, onun içindeki karşıt baskı dinamiklerini artırır ve tam da ezilip sıkıştırıldığı anda bir patlayıcıya dönüşür; her baskı, önünde sonunda isyana götürür... Yeryüzünün tümüne diktatörlükle tek bir dinin, tek bir felsefenin, tek bir dünya görüşünün dayatılması şimdiye değin mümkün olmamıştır, hiçbir zaman da mümkün olmayacaktır; zira akıl her zaman her türlü köleliğe karşı kendini korumayı bilecek, emredildiği üzere, onu sığlaştıracak ve renksizleştirecek, daraltacak, tek tipleştirecek biçimde düşünmekten kaçınacaktır. Bu yüzden de var olmanın tanrısal çeşitliliğini tek bir paydaya bağlamaya kalkışmak, sırf bilek gücüyle dayatılmış bir ilke marifetiyle insanlığı iyi ve kötü diye, Tanrı’dan korkanlar ve sapkınlar diye, siyah ya da beyaz olarak bölmeye kalkışmak çok bayağı, çok gereksiz bir çabadır.” Calvin hakkında: “Politik zaferinin sırrını sadece bu taş gibi sarsılmazlığı, bu buz gibi katılığı açıklar. Zira tarihte ancak böyle bir kendine takıntılı olma hali, böyle muazzam bağnazlıkla bir kendinden emin olma hali lider yapar adamı. Her zaman etkileyici olan şeylere kapılan insanlık, asla sabırlı ve adil olanlara değil, sabitfikirlilere, kendi hakikatlerini mümkün olan tek gerçek, kendi iradelerini dünya kanununun temel biçimi olarak ilan etme cesaretini gösterenlere biat eder”. “Kitleler tarafından ilahlaştırılmak için geçmişte mağduriyete uğramış olmak gerekir, bir halk liderinin nefret edilen bir sistem tarafından zulüm görmüş olması, sonraki dönemlerde büyük kitlesel başarılarının ön koşulu sayılır”. “Calvin’in sırrı yeni değildir, diktatörlerin tümüne ait çok eski bir şeydir: Terör... Sistemli bir biçimde düşünülüp tasarlanmış, despotça uygulanan devlet terörü, bireyin iradesini etkisiz hale getirir, her toplumu çözer, altını oyar”. “Calvin’in ansızın dili çözülür. Herkese her düşündüğünü söyleme özgürlüğü verilmez, diye fikir yürütür; çünkü bu, Epikürcülere, ateistlere ve Tanrı’yı hakir görenlere yarar. Sadece hakiki doktrin (Calvin’inki) tebliğ edilmelidir. Bu nedenle sansür –bütün zihniyet despotları yarı mantıksız ifadeleri tekrarlar– asla özgürlüğün kısıtlandığı anlamına gelmez”. “Calvin de zaten böyle bir bahane beklemektedir... Bu ufak sokak arbedesi, ‘Tanrı’nın inayetiyle boşa çıkarılmış,’ (bu tür uygulamaların en itici yanı yalancıktan ahlak ve dindarlığa göz kırpmalarıdır) ‘korkunç bir komplo’ olarak şişirilecektir.”
* Görsel: Berke Doğanoğlu
Yeni yorum gönder