Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Calvino’nun Ataları Ya Da İnsanlığın Soykütüğü



Toplam oy: 168
Atalarımız serisi Italo Calvino’un, edebiyat dünyasının en büyük yazarları arasına gireceğinin bir işaret fişeği, ya da hayır, düpedüz delili. Bu olağanüstü masallar, sıra dışı karakterler, epik absürtlükler, kurgulanmış yarı-fantastik evrenler ve destansı anlatılar, toplamda Calvino’nun hamurunun karıldığı iç dünyalarının bir resmi. Atalarımız’ı okuyunca göreceğimiz şey, Calvino’nun kendi fantastik evreni içinde bile her zaman bugün olmayı başardığıdır.

İtalyan edebiyatına -bu bir başlangıç sayılırsa- Dante’nin kapısından girdim. Roma-Sicilya hattında bir müddet dolaştıktan sonra istikametimi bulmuş olsam da garip bir şekilde okuma rotam beni Buzzati’ye Calvino’dan daha önce ulaştırmıştı. Bunu bir kayıp olarak saymadan yolculuğuma devam ettim. Genel kabul şudur ki; Calvino yalnızca Bir Kış Gecesi Eğer Bir Yolcu ve Görünmez Kentler’i yazmış olsaydı bile, kendi efsanesini yaratmış olurdu. Şüphesiz bu iki anıt eser İtalo Calvino’nun büyük bir yazar olarak anılmasına yetecek kadar güçlü/sıra dışı/büyüleyici metinlerdi, ama yazdıklarıyla ortaya çıkan külliyat Calvino’yu bir bütün olarak büyük okuma atlası içinde neredeyse bir mihenk taşı haline getirmiştir. Bunu yalnızca edebiyat tarihi adına değil, Calvino’dan yola çıkarak ulaşabileceğimiz toplam güzelliğin (keşif-okuma zevki) hatırını gözetmek için de söylemek mümkün galiba.

 

Bir kış gecesi eğer bir yolcu, olur da görünmez kentlere kadar ulaşırsa, burayı bir zirve olarak kabul ederek; başka yollara, büyük dağlara ve diğer sırlı kentlere giden yollarını aramaktan vazgeçebilir. Bu sebeple Calvino evrenine soğuk savaş yıllarında yazdığı o meşhur uzun öyküleriyle dâhil olmaktan ziyadesiyle memnunum. 1960 yılına kadar yazdığı;

 

İkiye Bölünen Vikont, Ağaca Tüneyen Baron ve Varolmayan Şövalye adlarını taşıyan ve müstakil olarak da ilgi görmüş bu üç novellanın tek bir kitapta I Nostri Antenati (Atalarımız) üst başlığıyla bir araya getirilmesi, bizzat yazarın iradi tercihidir. Bundan muradı da ayniyle şudur; dilerim çağdaş insanın atalarının soykütüğü olarak görülsün bu öyküler. Calvino modern ölçütlere göre evrensel bir yazar ama ön adıyla da müsemma katıksız bir İtalyan aynı zamanda.

 

“Fiabe Italiane” (İtalyan Masalları) kadar içerden bir “İtalo” hatta. Sözgelimi Fante’nin İtalyanlığını Toza Sor’a gelmeden önce fark edersiniz, ama Calvino’da ilk göreceğiniz şey “direnmek” için değil, en olağan haliyle İtalyan olduğuna dair koyu bir izdir. Evet sonuna kadar partizandır da. İkinci Dünya Savaşı sonrası (1947) yazdığı -ilk kitabı olan- Örümceklerin Yuvalandığı Patika adlı novella da aslında bir partizan hikâyesidir. Calvino’nun bir yazar olarak yürüyeceği yolların bütün işaretlerini üzerinde/ruhunda taşır bu hikâye. Bir çağın genel ikliminden, ahlaki gerilimlerden ve kuşağının benimsediği edebiyat beğenisinden “doğduğunu” söylemekten çekinmez Calvino. İlk kitabının hikâyesi kabaca budur, parçalanmış değerler dünyasının bir anlatısı olarak tebarüz etmiştir yani. Anlatıcılığı da hep buraya ait olur zaten.


Üç direniş portresi

Calvino’nun Atalarımız serisinin ilk öyküsü; İkiye Bölünen Vikont, Türkler tarafından ateşlenen bir top güllesiyle simetrik şekilde ortadan ikiye bölünen bir vikontun hikâyesini anlatır. Vikont Medardo’nun, savaş sonrasında Terralba’ya dönen yarısı, aslında onun vahşi-yabani tarafıdır. Diğer yarısını kaybetmiştir. Vikontun iki yarısının, tam olmak üzere bir düelloda karşılaşmalarına kadar devam eder bu muhteşem hikâye. İnsanın bölünmüşlüğü, toplumun arada kalmışlığı, yarım kalan hikâyeler, yarım kalan hayat, yarım karakterler ve hep o bütünlüğe ulaşma arzusu hakkında fantastik bir düşünme biçimini resmeder yazar. Bir iyilik-kötülük çatışması ya da gri alan güzellemesi değil, bölünmüşlüğün ve arada kalmışlığın destanıdır. İnsandan yola çıkarak, tüm öteki patikalarda dolaşıp yine insana ulaşmanın çiçeği.
Serinin ikinci öyküsü Ağaca Tüneyen Baron’da ise babasına kızan kahramanımızın (Cosimo) bir ağaca çıkıp orda tüneyerek, bir daha hayatı boyunca toprağa ayak basmadan 65 yıl yaşaması hakkında bir hikâye anlatılır. Tabii Calvino arka planda yine; aile, toplum, başkaldırı, itaatsizlik, bireysellik, otoriter zorbalık ve özgün benlik kavramlarını tartışmaya açarak, eleştirilerini toplumsal düzenin sinir uçlarına doğru yöneltir. Mevcut norm ve buna bağlı olarak gelişen dayatmalara karşı başkaldırı imgesini Cosimo üzerinden somutlaştırarak, kahramanın toplum dışılığını -ağaçlar üzerindeki yaşantısına rağmen- onu yabanıl bir çizgiye çekmeden resmeder. İzole olarak değil, toplumun içinde kalarak ilkelerini savunan Cosimo, hiyerarşik buyurgan düzeni onaylamasa da en radikal haliyle bile kendisini toplumdan soyutlamadan cevaplar aramanın ve otoriteyi sorgulayan içe dönük bireyselleşmenin en karmaşık parolasıdır.
Atalarımız’ın son numarası Varolmayan Şövalye, çok beklenen eşsiz bir finalin ikna edici görkemi gibidir. Beklemeye değer bir güzelliği var elbette. Zırhının içindeki devasa bir boşlukla yaşayan bedensiz şövalye Agilulfo’un hikâyesidir bu. Varlığına tek delili iradesidir aslında, yani şövalye oluşu. Boşluk kendisini tekrar eder, Agiulfo da her seferinde yeniden var olur. Varolmayan Şövalye Agiulfo’ya seyis olarak atanan Gurdulu ise bedenen mevcut ama iradesi boşlukta salınmakta olan bir şahsiyettir. Vardır ama yok olduğuna dair bir ikna eylemidir sanki hayatı. Yokluk bulutunun içinde yaşar. Varolma biçimleri hakkında uzun bir yolculuğa çıkarır bizi yazar, bu iki (Agiulfo-Gurdulu) eksik varoluş birlikte tam olamazlar yine de. Rambaldo, Bradmante ve Teodara da kusurlu varoluş karmaşasına dahil olurlar. Bir zırhın içinde yaşayıp var olamayanlar, bedenen var olsalar da aslında yok sayılanlar, var olmak isteyenler, var olmaya çalışanlar, yok olduğuna hemen ikna olanlar, varoluş sancısı çekenler, aynada bile kendisini göremeyenler ve yüzünün yabancılığında ruhunu bulanlar, bulamayanlar… Toplumsal düzenin içindeki tüm varoluş biçimleri hakkında keskin bir eleştiri ve doyumsuz bir mizahla selamlıyor finalini Calvino. Ama hiçbir şey bitmiş değil.
İnsan dünden gelen bir bugündür.
Atalarımız serisi Calvino’un, edebiyat dünyasının en büyük yazarları arasına gireceğinin bir işaret fişeği, ya da hayır, düpedüz delili. Bu olağanüstü masallar, sıra dışı karakterler, epik absürtlükler, kurgulanmış yarı-fantastik evrenler ve destansı anlatılar, toplamda Calvino’nun hamurunun karıldığı iç dünyalarının bir resmidir. Anlatıcı olarak durduğu yerden vaaz ettiği anlam, insanın felsefi sorunlarına karşı edebiyatın imkânlarıyla bir bakış denemesi fikriyle örtüşür. İnandığı-yaşadığı yerlerden ikiye bölünmüş ve hangi yarısına iman edeceğini bilemeyen vikontların, karşı çıktıkları otorite’nin bizzat kendisine benzememek için tünedikleri ağaçlarda topraktan ayrı düşmenin çözüm olup-olmadığını tartışan baronların ve yaşayıp-yaşamadıklarını bile fark etmeyen yüzlerce varolmayan şövalyenin hikâyeleri mesela, yalnızca fantastik bir evrene ait olmayan bugünsüz anlatılar olabilirler mi? Atalarımız’ı okuyunca göreceğimiz şey, Calvino’nun kendi fantastik evreni içinde bile her zaman bugün olmayı başardığıdır. İnsan dünden gelen bir bugündür çünkü. Calvino bunu bilir.
Atalarımız’ı şu sözlerle selamlıyor yazarımız; “Bu üç öyküyü dilediğiniz gibi yorumlamak da sizin bileceğiniz iş, şimdi onların doğuş aşamaları üstüne anlattıklarım sizi bağlamasın. Ben, varlığını insanoğlu olarak gerçekleştirme yolundaki deneyimleri konu alan bir üçlü yazmak istedim: Varolmayan Şövalye’de varlığın fethedilişi, İkiye Bölünen Vikont’ta toplumun dayattığı kırılmaların ötesinde bir bütünlüğe ulaşma arzusu, Ağaca Tüneyen Baron’da bireysel bir kendini belirleme eylemine bağlılık sayesinde ulaşılacak bireysel olmayan bir bütünlüğe ileten bir yol: özgürlüğe yaklaşmanın üç basamağı. Aynı zamanda 'açık' diye adlandırılan türden üç öykü olsun istedim ve her şeyden önce, görüntülerin mantık çerçevesinde birbirlerini izleyişinden dolayı, birer öykü olarak ayakta dursunlar, ama gerçek yaşamlarına okuyucuda uyandırdıkları ve önceden kestirilemeyen soruyanıt oyunlarıyla başlasınlar istedim. Dilerim çağdaş insanın atalarının soyağacı olarak görülsünler, çizdiğim her yüzden çevremizdeki kişilerin, sizin, benim kendimin bazı hatlarımız sezilsin.”

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.