Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Can kuşu uçmadan



Toplam oy: 946
Deniz Tarsus
Can Yayınları
Deniz Tarsus, bireysel hikayelerden yola çıkarak evrensel yaraları kanatmayı, ardından da bunu gerçeküstünün kollarına bırakmayı başarıyor.

Bize öğrettiği onca şey için Ursula K. Le Guin’e ne kadar müteşekkir olsak az. Uzun teşekkür listemizdeki maddelerden biri de, biraz fantastiğin yardımı ile başka türlü ifade edildiğinde o kadar da etkili olmayacak meselelerin tesir gücünün birden bire yükselmesi olmalı. Mitler, masallar, arketipler ve metaforlar, devasa edebiyat çınarına su taşımaya devam ediyor. Çağdaş Türk edebiyatında da tüm o varoluşçu, bilinçakışına dayanan içe dönük öykü duraklarından ve kendi kuyruğunu ısıran postmodern kurgudan sonra, nihayet fantastiğin epik evrenine açılan –elbette uykusunu almış ve yenilenmiş bir dille– öyküler yazılmaya başladı. Deniz Tarsus da o öykücülerden biri.

 

Ozo Ozo Çakta ve Ayrıkotu’nun ardından İt Gözü Deniz Tarsus’un üçüncü öykü kitabı. Tarsus’un hikaye tecrübesine bakıldıkta, yazarın efsanelerin, mit ve masalların, arketiplerin evreninden bugüne seslenen, tek tek bireylerin hikayelerinden insanı insan yapan hasletlerin okunduğu bir anlatı dünyası görünüyor. Bu dünyanın mekanı ise şehirler ve gökdelenler değil; dağların, ovaların, orman ve liman köylerinin pitoresk mekanı. Yalnız, teşbihte hata yapmayalım, Tarsus’un öyküsünün fantastik olduğunu söylediğimizde aklınıza devler, ejderler gelmesin. İt Gözü’nde kullanılan fantastik, daha ziyade Anadolu halk kültüründe görmeye alışık olduğumuz, gerçek ile gerçeküstü arasında, ölümüne maddi toprağı bir anlığına büyülü bir nesneye çeviren fakat anlatısı yüzyıllar süren yağmurlara benziyor. Bu haliyle de, çağdaş öyküde görmeye alışık olmadığımız yerli bir damarı öne çıkarıyor.

 

 

İt Gözü üç öykülük “Hadım Serisi” ve beş öykülük “Şüphe Serisi”nden müteşekkil. Öykülerin konuları ve temaları epey çeşitli olsa da, ölüm gizli özne olarak baş köşeye kuruluyor. İlk bölümdeki Can Kuşu, Çakır ve Mengü adlı öyküler, maden kazaları, köy katliamları, sınıf çatışmalarını konu ediniyor. Tabii, böyle söyleyip geçmekle olmayacak bir derinlikleri var. Tarsus, bireysel hikayelerden yola çıkarak evrensel yaraları kanatmayı, ardından da bunu gerçeküstünün kollarına bırakmayı başarıyor. Bilirsiniz, madenlerde oksijen miktarının bir nişanesi olsun diye kuş bulundurulur. Bu kuşu can kuşu metaforuna dönüştürmesi, Tarsus’un öyküde yakaladığı derinliğin bir göstergesi. “Şüphe Serisi”ndeki öyküler ise belirgin şekilde bireysel hasletler üzerine kurulu. İnsanın içini kemiren şüphe ve güven gerilimi, ölmeye yatan birinin pişmanlıkları, yüreğe dolan hınç ve inatın kaçacak yer bırakmaması gibi temalar üzerinden ilerliyor. 

 

İt Gözü’ndeki öykülerin dili ise sahici, inandırıcı, yerli. Diyalogların yerli sesi, hiç takırdamadan karakterlerin diline ahenkle oturuyor. Tarsus’un kısa cümlelerle kurduğu üslup ise latif ve lezzetli. Bir de, yazarın aynı zamanda sinemacı olduğunu hatırlatalım. Öykülerdeki ritim ve devamlılık hissi ile görsel zenginlik sinemacı gözünün ürünü olmalı. Bunlara rağmen, güçlü hikayenin gölgesinde kalan zayıf finaller ile öykülerin bütününe bir katkı sağlamayan ve havada kalan ayrıntılar Tarsus’un üzerinde “çalışması gereken” meseleler. Yine de, göğsünüzdeki can kuşu uçmadan Tarsus’un kendisine has öykü evrenine bir göz atmak isteyebilirsiniz.

 

 

 


 

 

* Görsel: Ethem Onur Bilgiç

 

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.