Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Cansız olan yalnızca vampirler değil...



Toplam oy: 922
Jasper Kent
Can Yayınları
Bolşoy Tiyatrosu’nun 9 katlı localarında yerini almış Rus burjuvazisinin, Dante’nin cehennemindeki günahkarlarla ilişkilendirilmesi ve son derece başarılı atmosferik betimlemeler, yazarın edebi yetenekleri üzerine şüphe bırakmıyor, lakin; arzu edilen sıklıkta kendini göstermiyor.

Elimizdeki kitap Can Yayınları’nın henüz Türkçeye kazandırmış olduğu, “Oniki” isimli eserin devamı olan “On Üç Yıl Sonra”. “Danilov Beşlemesi”nin ikinci kitabı, hikayeye 1825 yılından  devam ediyor. Serinin ilk kitabının konu aldığı 1812 yılındaki Napolyon istilası geride kalmış, Fransızlar yenilmiştir. Kahramanımız Danilov’un başta Fransızlara karşı Rus ordusunun birkaç kişilik özel kuvvetlerinde birlikte savaştığı, ancak gerçek doğalarını farkettikten sonra yok ettiği karanlık yaratıklar artık geçmişte kalmıştır. Fakat her ne kadar Rusya İmparatorluğu Fransa’yı işgal ederek yenilgiye uğratmış olsa da, Fransa’daki devrimci siyasi düşünceler de Rusya’yı işgale başlamıştır. Rus ordusundaki devrimci subaylar Çar’ı devirme planları yaparken (Aralıkçılar İsyanı), öte yandan Romanovların gizli geçmişinden gelen, ebedi karanlıkla sarmalanmış olan dehşet; geçmişin kendisine vaad ettiğini talep etmek için sürünerek Rusya’ya doğru ilerlemektedir. Danilov’un görevi Çar’ı insanlarından korumaktır, lakin lanetli adımları ürkütücü bir şekilde yaklaşmakta olan gerçek düşman insandan çok daha korkunçtur…



Ya da en azından yerli ve yabancı tanıtım bültenleri kitaba dair yaptıkları betimlemelerde bu tarz vurgulamalar kullanıyor. Kitabın içeriği bağlamında bir yanlışlık söz konusu olmasa da, içeriğin estetik vurgulaması kendine içkinleştirilen sorumluluğu kaldırabiliyor mu? Bu noktayı pazarlama kaygılarıyla değil, fakat daha eleştirel bir gözle irdelemek, bizim açımızdan daha sağlıklı olacaktır.

 

Tarih ve fantastik

 

Elbette Kent’in kitabının gerek yurtiçinde gerek de yurt dışında çok satanlara girmesini sadece reklam kampanyalarıyla bağdaştırmak hakkaniyetsiz olur. Kitaba değer kazandıran en önemli özellik, içinde farklı roman akımlarından sentezlediği formül. Yani tarih ve fantastiği bütünleştirmesi. Her ne kadar fantastiğin betimlemesi bu sentezde tartının alçak tarafında kalsa da, şüphesiz kitabı okunabilir ve ilgi çekici hale getirenin bu olduğunu söylemek mümkün. Kent’in eserini yazmadan önce Rusya’ya yaptığı seyahatse meyvelerini vermiş. Petersburg, Trangog ve Moskova’nın betimlemeleri doyurucu ve derinlik sahibi. Bilhassa, Bolşoy Tiyatrosu’nda Danilov’un Kyeşa’yı beklerken vakit geçirmek için etrafı gözden geçirirken yapılan tasvir yeterince odaklanması durumunda, okuyucunun neredeyse kendini aniden muhteşem tiyatroyu seyrederken bulabilmesini sağlıyor.



Eserde serinin birinci kitabına kıyasla en dikkat çeken değişimlerinden biri Danilov’un birinci şahıs anlatımının yerini, üçüncü şahıs anlatımlara bırakması. Bu şekilde yazar kimi zaman birinci kitaptaki karakterlerin okuyucuyla olan ilişkisindeki derin kopukluğu engelleyerek, karakterlerin kısmen derinleştirilmesi ve renklendirilmesini sağlamış. Özellikle, ikinci kitapta senaryonun savaş ve vampir avı sınırlarından çıkarak, aynı zamanda baba Danilov ile oğul Dimitri arasındaki kuşak (19.yüzyıl Rusyasın’da Dostoyevski’nin de yapıtlarında çokça işlemiş olduğu muhafazakar-Slavofil ve radikal-Batıcı akımların çatışmasının başarılı bir metaforu) çatışmasını ve bir yasak aşk hikayesini bedenine eklemlemesini göz önüne aldığımızda, bütün bu karakterlerin Danilov’un gözündeki nesneler olarak kalmayıp okuyucunun özneleri haline gelebilmesi açısından son derece isabetli bir karar olmuş.




Kitap gerçekten korku-gerilim türüne mi ait?



Kitaba yönelik eleştiriye geçmeden önce yayıncılara bir eleştiri yapmak gerekiyor. Hem Can Yayınları’nın, hem de gerekse yurtdışındaki yayıncıların kitabın korku-gerilim türüne ait olduğunu vurgulaması doğal olarak okuyucuda korku-gerilim öğelerinin yoğunluğu ve etkisine dair bir beklenti doğuruyor. Eğer fantastik edebiyatta sivri dişler öyküsel bağlamda birkaç yüz yıllık yıpranmanın sonucu olarak, tek başına bizi iliklerimize kadar titreten bir korku-gerilim öğesi olmaya artık yetmiyorsa, o halde bu vurgulamada ciddi bir sıkıntı var demektir. Danilov’un ilk kitabının ikinci yarısından itibaren, henüz genç yaşı ve bu konudaki (vampir avcılığı) tecrübesizliğine rağmen ışık hızıyla bir eliyle yumurta pişirirken öteki eliyle vampirleri telef edebilecek bir gelişime uğraması, okuyucunun bu vampirlerden gerilmesi için açıkça pek bir sebep bırakmamıştı. Elimizdeki eserde de vampirlerin acizliğine dair bu geleneğin bozulmamasından ötürü, bir gerilim çıkaracaksak, bunun kaynağı vampirlere değil Danilov’un espiyonaj sahnelerine kalıyor.



Hikayenin devinim hızıysa bir başka sorun. İlk kısımlarda Kent birinci eserdeki olaylara tekrar yer verme konusunda o kadar cömert davranıyor ki sonunda durup şöyle demek zorunda kalıyorsunuz: “Bay Kent, zaten serinizin ilk kitabını okumuş olduğum için şu an elimde ikinci kitabınız bulunuyor. Dolayısıyla boş vakit geçirmemek için birinci filmi izlemeden ikinci filme giderek çokça flashback uman bir Holywood seyircisi değilim.” Danilov’un, Kyeşa’nın kim olduğunu keşfetmesinden sonraysa bu sefer tam tersi durumla karşılaşıyoruz. Kitabın yarısından sonra sahneler o kadar hızlı atlıyor ki, üçüncü kişi anlatımı aracının getireceğini umduğumuz karakterlerle doygunluk ümidi, bu hızın arasında solarak ağzımızda “hızlıca sona ermiş bir son” tadı bırakıyor.



Pestili çıkan karakterler



En büyük sorunsa karakterlerin solgunluğu bağlamında karşımıza çıkıyor. Kent; Petersburg, Moskova ve Taganrog’u betimleyeceğim, 19.yüzyıl Rus tarihini anlatacağım, ilk kitaptan flashback’ler vereceğim, bir yandan ana hikayeyi ilerleteceğim derken romanın karakterleri bu temponun hızı karşısında yoldan çekilemeyip pestil haline geliyor. Kitap daha çok Rusya ve Rus tarihi üzerine eğitici bir biçim alırken, estetik ve sanatsal tarafı yetersiz kalıyor. Elbette bu yazarın sanatsal yetenekten mahrum olduğu anlamına gelmiyor; Bolşoy Tiyatrosu’nun 9 katlı localarında yerini almış Rus burjuvazisinin, Dante’nin cehennemindeki günahkarlarla ilişkilendirilmesi ve son derece başarılı atmosferik betimlemeler, yazarın edebi yetenekleri üzerine şüphe bırakmıyor, lakin;  arzu edilen sıklıkta kendini göstermiyor.



Kent'in kaleme almakta olduğu serinin edebi sentezi, tikel yapısına ilişkin ontolojik bir odak problemi yaratıyor. Dolayısıyla yazar, serinin geri kalan eserlerinde sentezlediği akımlardan birine ağırlık vermeli ve senaryoyu o temelde şekillendirmeli. Unutmamak gerekir ki; başarılı vampir kitaplarını başarılı kılan, her zaman Strahd von Zarovich ve Lestat de Lioncourt gibi karakterler olmuştur. Tarihi romanlaraysa hayatını veren, atmosferin betimlemesi kadar yine karakterleridir; “Savaş ve Barış”ta Austerlitz’deki sahnenin çarpıcılığı Andrei’nin elinde bayrakla düştüğünde gözlerindeki acıyı, hüznü görebilmenizdir, düşüşün sesini duyabilecek kadar yakınında olabilmenizdir. Söz konusu tür gerilim-korkuysa, Charles Baudealire’nin Edgar Allen Poe hakkında ifade ettiği ve Poe’nun efsanevi öğrencisi H.P. Lovecraft için de geçerli olan sizi iliklerinize kadar titreten atmosfer, dehşetin ve ölülerin tırmalayarak açmaya çalıştığı tabutların, sessiz ve büyük bir evde yankılanan lanetli uğultularıdır. Bu durumda, atmosferin dehşeti okuyucunun üstüne öyle bir çöker ki; eserin muhteşem anakarakteri atmosferin yarattığı çılgınlığın ta kendisidir. Lakin; bu öğelerin hepsinden bir parça alarak birbirine eklerseniz belki popüler kültürün metalaştırma aracından da yararlanarak bir “çok satan” üretebilirsiniz. Ama edebiyat tarihini ve estetik alkışları unutun…



Her şeye rağmen; Kent giderek kendini geliştiren bir yazar. Eğer serinin sonraki kitaplarında da bu eserinde doğru bir kararla sayısını arttırmaya karar verdiği karakterlerine derinlik, renk ve yaşam katabilir, ve senaryoyu biçimlendirmek için istediği çizgiyi fantastik-tarih-gotik şeritlerinden birine daha sağlam dayayarak anlatım bütünlüğünü sağlayabilirse, tarihsel hakimiyeti ve betim yeteneğiyle birlikte, bilhassa son 5 yıl içerisinde türünün daha çok ergenlik çağındaki kitlelerine hitaben yazılmış olan kitaplarına kıyasla, çok daha başarılı olan Danilov serisine çağ atlatabilir. Son olarak; Hemingway’in de belirtmiş olduğu gibi; “Yazar bir roman kaleme alırken karakterler değil, gerçek insanlar yaratmalıdır. Karakter dediğimiz karikatürden ibarettir.”

Yorumlar

Yorum Gönder


Edebiyat tarihine yazılmak adına kalemini kullanan yazar olmak, bu işe yüreğini vermek, gerçek bir edebiyatçı olmak artık istisnai bir olay olmuş durumda Selçuk bey...
Kent'in bu serisinin ilk kitabını okumuş bulunmaktayım. Serinin 1. kitabının yarıya kadar olan kısmı nefes kesiciydi fakat sonu aynı tadı vermemişti. Kahramanın ''Yumurta pişirirken öteki eliyle vampirleri telef edebilecek'' bir gelişime uğraması ve ardarda vampirleri avlaması, hayranlık bırakan bir olay değildi benim için, aksine hayal kırıklığına uğradığımı söylemeliyim.
Fakat kitap kültürü gelişmemiş bir toplumda bu tür ayrıntılar pek dikkat çekmiyor malesef, genel okuyucunun gözünde bunlar muhteşem heyecan uyandırıcı gelişmeler ve hala sivri dişlerden korkmuyor olsalar da bunun etkisinde kalan,beğenen bir kısım okuyucu olduğu belli.
Yazarın da aynı anda hem halkın hem de eleştirmenin beğenisine uyacak bir eser yaratma zorunluluğu yok tabii ki.
Her şeye rağmen, diğerleriyle kıyaslandığında iyi bir popüler kültür serisi diyebilirim...
Bir de henüz bu seriyi kendi dilinden okuma fırsatım olmadı ama kitapları kendi dilinden okumayı elzem görmek gerekli... Çevirmen işini ne kadar iyi yaparsa yapsın, her eser kendi dilinde tam tadını veriyor.

45%
55%

Merhaba,
değerlendirmenizi ilgiyle okudum,anlaşılıyor ki fazlasıyla reklamı yapılan bu seride edebi bir yan bulmak biraz güç görünüyor, yinede kısa yoldan sonuca varmak tarzında bir kolaycılığa kaçmadan gerekçelerinizi sindire sindire ortaya koymuşsunuz,
ilk seriye şu an devam edip etmemekte kararsızım, çekici tek yanı Ruuyanın dönem tarihiyle ilgili bilgi olmamızı sağlaması ancak hikaye o kadar sıradan ki bir türlü okuma isteği uyandırmıyor

53%
47%

Hemingway'in ve karakterden bahsetmişsin amaaaa, sen kendi karakterine bak Uygur Selçuk! Takipçi, tüm yanlışları takip eder!

15%
85%

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.