Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Caponun değil, bizim Nuridin'in romanı



Toplam oy: 1580
Mahmut Şenol
Ayrıntı Yayınları
Mahmut Şenol, ABD'de yaşadığı için Türkiye’de çok tanınmıyor. Eski bir gazeteci olmasına rağmen basın tarafından da çok desteklenmediği için kitapları genelde görünür değil.

Şimdilerde nasıldır bilmiyorum ama Cumhuriyet’in ilk yıllarında Çanakkale vilayetine bağlı Biga kasabasının Çerkes köylerinden biriydi Mahmudiye ve bu köyde Nuridin namlı bir adam yaşardı. 1929 doğumluydu. Bakmayın ona “Nuridin” dendiğine, Nurettin Karasu diye kayıtlıdır nüfusa. Nurettin diye seslenenlere de bakar; lakin Çerkes köylülerinin dili dönmediği için Nurettin demeye, Nuridin kalmıştır ister istemez ismi… Yazar Mahmut Şenol o doğduğunda imamın bile ismi “Nuridin” olarak kamet getirdiğini söyler, el kadar bebenin kulağına…

 

 

 

 

Öyle büyük kahramanlıklar yapmaya takati yoktur Nuridin’in. Zaten o doğduğunda düşman işgalinden çoktan kurtarılmıştır Mahmudiye. Yani Mahmut Şenol adını anmasa, kimsenin tanımayacağı, hiç kimsenin ilgilenmeyeceği bir insancıktır. Kendi halinde yaşar, kimseye karışmaz. Herkes başka başka şeyler yapar, mevsim döner. Yıllar geçerken o sadece çay yapar. Bir çay ocağının arkasında hayatın anlamını bulmuş, buhar damlacıklarıyla oyun oynayan bir garip ademoğludur işte…

 

 

 

 

1950’lerde Galata’nın en meşhur kahvehanelerinden birinde; Bahriyeli İsmet’in yerinde çalışır. Kolay değildir öyle namı yedi düveli titreten Bahriyeli İsmet’in emrinde çalışmak, ona kendini sevdirmek. Tertemiz sicil gerekir önce, racon bilmek gerekir, yürek ister karşısında durmak. Güngörmüş adamdır ama ne yapacağı da belli olmaz hani… Bu sessiz adam yaptığı işle hem Bahriyeli İsmet’in gözüne girmiş hem de bütün İstanbul’a çay demlemiştir. İstanbul’da mutludur mutlu olmasına ama helalim dediği kadının kötü niyeti yüzünden nasıl çaycılığı öğrendiği Biga’dan ayrıldıysa, İstanbul’u da daha tadına varamadan terk etmek zorunda kalmıştır.

 

 

 

 

      (Görsel çalışma: Brooke Weeber)

 

 

 

 

Hayatın sillesini yemiş, bir lokmalık canıyla yaptığı çaylar sayesinde namı çok uzaklara erişmiş Nuridin’i herkes gibi ben de tanımazdım. Hatta Mahmut Şenol olmasıydı, diğerleri gibi onun hikayesinin tadına da varamayacaktık.

 

 

 

Mahmut Şenol, Çerkes Âdil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri adlı kitabıyla başladığı Mahmudiye Üçlemesi’nin ikinci kitabı olan Capon Çayevi’nde anlatıyor bizim Nuridin’in hikayesini. Bizim diyorum çünkü Mahmut Şenol yine öylesine başarılı bir karakter yaratmış ki, içim el vermiyor ondan roman kahramanı gibi bahsetmeye, kitabı okurken kurduğumuz tanışıklığı yok saymaya. Tabii ki sadece Nuridin’in hikayesini anlatmıyor Mahmut Şenol, bir tarihçi titizliğiyle bir dönem öyküsü anlatıyor. Biga’nın, Çanakkale’nin, Mahmudiye’nin öyküsü bu. Nuridin’in üzerinden 93 Harbi’nde Kafkasya’dan sürgüne gönderilen Çerkeslerin öyküsüne giriyor Mahmut Şenol, oradan Çerkes Ethem’e uzanıyor ve her anlattığı dönemi ayrıntılarıyla tasvir ederken kullandığı dil ile hikayelerin atmosferini başarıyla yaratıyor.

 

 

 

 

 

 

Mahmut Şenol, Mahmudiye Üçlemesi’nin ilk kitabı olan Çerkes Âdil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri’nde tüm romanı “Don Kişotvari” bir karakter olan Âdil Paşa üzerinden kurmuştu ve yine dönemi ve siyaseti de içine katarak ilerletmişti romanını. Varlık Vergisi toplamak için yola çıkan bir kahramanın öyküsüydü anlattığı… Mahmut Şenol Capon Çayevi’nde de benzer bir yol izlemesinin yanında Âdil Paşa’ya sürekli göndermeler de yapıyor. Nuridin’in babasının yakın arkadaşı olan Âdil Paşa, evliliği konusunda Nuridin’e uyarı yapmaktan kaçınmıyor, Nuridin Âdil Paşa’nın Çerkes Ethem komutasında savaştığı yıllardan kalma silah arkadaşlarıyla da karşılaşıyor...

 

 

 

 

Şenlikli ve zalim

 

 

 

 

Açık söylemek gerekirse, Mahmut Şenol, son yıllarda kitaplarından en keyif aldığım yazarlar arasında. Amerika Birleşik Devletleri’nde yaşadığı için Türkiye’de maalesef çok tanınmıyor. Eski bir gazeteci olmasına rağmen basın tarafından da çok desteklenmediği için kitapları genelde görünür olmuyor. Benim kendisiyle tanışıklığım Âdil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri sayesindedir. Taraf gazetesinin ilk yıllarıydı ve kitap yeni yayımlanmıştı. Oldukça başarılı bir roman olmasına rağmen ses getirmedi ve öylece bir kenarda kaldı. O kitap için konuşmaya başlamış ve epey uzatmıştık sohbetimizi…

 

 

 

 

 

 

 

 

Âdil Paşa’nın Tahsildarlık Günleri’nin ardından gazeteciliği bırakmasına sebep olan 12 Eylül ile bir hesaplaşma romanı yazdı Mahmut Şenol, Akhisar Düşerken adı altında. İşgüzar bir trafik polisinin Akhisar’da başlattığı komünist takibini anlatıyordu. Ama öyle 12 Eylül’ün ve 12 Eylül romanlarının çatık kaşlı üslubu ile yapmıyordu bunu. Bir kasaba nasılsa öyle anlatıyordu; eğlencesiyle, hüznüyle, vahşeti ve sevecenliğiyle… 12 Eylül’ü çok iyi biliyordu Mahmut Şenol, çünkü Cumhuriyet gazetesinin 12 Eylül davalarını izleyen muhabiriydi.  Askeri mahkemelerde tanık olduğu trajediler, hukuk skandalları ve insanlık suçlarına dayanamayarak gazeteciliğine de orada nokta koymuştu. İşte gördüklerinin, dinlediklerinin tamamını Akhisar Düşerken’de roman estetiğiyle okura sunmuştu… Mahmudiye Üçlemesi’nin iki ana karakterinin Çerkes olmasının sebebi de, anne tarafından Çerkes olmasından kaynaklanıyor ve bu sayede Çerkeslerin yaşamları hakkındaki küçük ayrıntılarla süslüyor romanlarını.

 

 

 

 

 

 

Mahmut Şenol, Capon Çayevi’ni yazarken tuttuğu akıl defterlerinde, yani notlarında ise kendi romanını şu sözlerle tanımlıyor: “Benim romanlarım bir ölçüde Pieter Bruegel’in resimlerini kâğıda aktarıp temize çekmek gibidir. Hollandalı ressamın tablolarını görüyorum kendi yazdıklarımda ve kitaplarımdaki hikâyeler, karakterler, mekân ve zamanın ilişkisi, hatta kullandığım dil, Bruegel’in resimlerine benzer, şenlikli ve zalimdir her şey… Berbat ve şahane, zor ve kolay, yalan ve dürüstlük, ihanet ve sadakat, alay ve gurur, adi ile yüce, hatta dev ve cüce iç içedir bende.” Mahmut Şenol kendi romanlarını tanımlamak için Pieter Bruegel çalışmalarını örnek gösterse de, ben Mahmut Şenol’un romanlarını bir kasaba olarak tanımlıyorum. Sadece kasabaları anlattığı için değil, yukarıda saydıklarının hepsinin küçük bir taşra kasabasında bulunduğu için… Zaten onun romanının gerçek gücü de kasabanın o renkli insanlarından geliyor… 

 

 

 

 

(Manşette kullanılan görsel çalışma Brooke Weeber'e aittir.)

 

Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.