Sabitfikir
Künye | Yazarlar | Giriş Yap

Eleştiri

Eleştiri

Çavdar tarlasında yaşamak ve ölmek



Toplam oy: 933
Düzeni ve kuralları seven Salinger, Holden sayesinde yerleşik her şeye başkaldırmış; ait olduğu sosyal sınıfın yüzüne tükürmüş. Holden New York’tur. Holden gençtir, asidir. Salinger da gençken, Holden’da yaşar başkaldırılarını. Holden, Salinger’ı ve onun yazar olarak sesini ebedi bir gençliğe mahkum eder.

Peşin peşin söyleyelim. Üzüntü, Muz Kabuğu ve J. D. Salinger’ın sonunda Salinger ölüyor. Katil Holden Caulfield çıkıyor ama mahkemece özgür bırakılıyor. Bir de gerçek suçlular var: Naziler, editörler, kuş gözlemcileri (yani amatör okurlar) ve teneke kulaklı soylular (yani profesyonel okur olan eleştirmenler).



Fanatikliği yüzünden nesnelliğini yitirmiş



Yazar Kenneth Slawenski büyük bir ikilem içinde. Bir yandan, bu biyografiyi yazarak, asla biyografisinin yazılmasını istemeyen Salinger’ın isteklerine karşı geliyor; öte yandan, hiçbir fotoğrafa, özel mektuba, Salinger’ın eserlerinden doğrudan alıntıya yer vermeyerek, idolünün tüm editörlere ve gazetecilere uyguladığı bükülmez yasaklara uyuyor. Efendisini memnun etmek isteyen bir sadakat durumu söz konusu. Sanki “Bak Jerry, seni kızdırmayacak, bir biyografi yazdım. Seni en iyi ben anladım, ben savundum, en çok ben seviyorum”, der gibi. Eğer elimizdeki kitabın son derece titiz, bilgili ama fanatikliği yüzünden nesnelliğini yitirmiş bir hayran tarafından sevgiyle, hoşgörüyle, yer yer savunmayla yazılmış  bir anlatı olduğunu kabul ederesek, Kenneth Slawenski’nin ikilemi bizi ancak gülümsetir. Bu kurallara uymayan bir biyografi. Uymadığı kurallardan sorumlu tutamayız onu.



Bir ön kabulü var Slawenski’nin. Salinger’ın  bütün yazdıklarının –romanından öykülerine, novellalardan editörüne gönderdiği mektuplara- tartışmasız otobiyografik olduğunu kabul ediyor. Bir biyografinin yararlandığı diğer bütün kaynaklar bilinçli olarak dışarıda tutulmuş.



Kurmacadan ayıklanmış otobiyografik ipuçlarını toplayarak yazmış kitabını. Bu ipuçlarını okurla paylaşmak için, Salinger’ın eserlerinin detaylı sinopsisleriyle doldurmuş araları.  Bu seçim, okumayı karmaşıklaştırmanın yanında iki büyük problem yaratıyor.



Öncelikle son derece klostrofobik bir atmosfer var kitapta. Sanki Slawenski okurunu bu kitabın içinde, Salinger’ın sabit fikirleri ve kişiliğinin birer uzantısı olan kurmaca karakterleriyle birlikte inzivaya çekilmeye davet ediyor. Başka bir bakış açısına barınacak yer yok. Kitabın sonlarına doğru eklenmiş John Updike eleştirisi istenmeyen misafir gibi eğreti.



ikinci problem, Salinger kurmacasının kayıtsız şartsız olarak gerçek hayatın yansıması olarak konumlandırılması. Bu nedenle, hem Salinger’ın eserlerine getirilen edebi yorumlar, hem Salinger’ın ruh hali hakkındaki saptamalar, kendi kendilerini doğrulamaktan başka bir işe yaramıyor. Kısır döngü bu.



Üstelik, tüm öykülere otobiyografik bir arka plan perdesi germek, kurmacanın satır aralarını Salinger’ın yaşam felsefesiyle doldurmak, Salinger’ı hayal gücü olmayan pasif agresif bir yazar kimliğine hapsediyor. İstemeden, şüphesiz.



Nadir de olsa yer verilen, ünlü kişiliklerle ilgili anekdotlar kitaba nefes aldıran yerler. Bu dedikodular gizli gizli zevk alınarak okunuyor. Truman Capote’nin Salinger’ın bazı mektuplarını romanında kullanması, savaşta Hemingway ile karşılaşma, sevgilisini Charlie Chaplin’e kaptırma, Holden’ın ağzından yerdiği Laurence Olivier ile karşılaşıp rezil olma, Jackie Kennedy’den gelen telefon anekdotları, açılan pencereden giren rüzgar gibi serinletiyor, iyi geliyor.



Hayali arkadaş Holden Caulfield



Kenneth Slawenski, Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın yayımlandığı zamana kadar olan bölümde, Salinger’ın yaşamını, kitabın karakteri Holden Caulfield’ın yaratılışı ve olgunlaştırılışı ile paralel anlatmış, büyük bir bekleyiş yaratmayı başarmış. İlk gençlik yılları, koskoca İkinci Dünya savaşı sanki Çavdar Tarlasında Çocuklar’ın yazılmasını geciktiren, geciktirdikçe de mayalayan bir meşguliyet, bir mecburiyet gibi sunulmuş. Roman yayımlanmadan, hatta yazılmadan önce bile, Salinger büyük Amerikan romanını yazacak bir başarı namzeti olarak gösterilmiş.



Holden’ı, Salinger’ı gölge gibi takip eden bir hayali arkadaşa, bir alter egoya, bir avatara çevirmiş. Bu hayali arkadaşılık, ilk başlarda Salinger’a iyi gelmiş. Düzeni ve kuralları seven Salinger, Holden sayesinde yerleşik her şeye başkaldırmış; ait olduğu sosyal sınıfın yüzüne tükürmüş. Holden New York’tur. Okul için, babasının işi için ve sonunda savaş için evden uzaklaşmak zorunda olan Salinger’a bir umut, bir geri dönüş garantisi olmuştur. Savaştayken cebindeki müsvettelerde dolaştırır onu. Holden sayesinde New York’tan kopmamıştır. Holden gençtir, asidir. Salinger da gençken, Holden’da yaşar başkaldırılarını. Holden, Salinger’ı ve onun yazar olarak sesini ebedi bir gençliğe mahkum eder. Bu, J.D. Salinger’ı herkesten ayıran biricik sesi olur.



Salinger, tıpkı Holden gibi sıradan yaşamı küçümser, üst sınıfı aşağılar. Ancak elit yaşam, gizlice arzuladığıdır ve bu yaşamın içine kabul edilmemekten korkar. Kabul edilince de, aşağılık gördüklerine dönüşme trajedisini yaşar. Holden, ikilemini daha cesurca ve yüzeyde hisseder. Salinger ise, sinsice duygularını ve egosunu saklayarak ve rol yaparak baş eder bu ikilemle. İlerki yıllarda, askerlikte alıştığı disiplini Zen inanışında bulur ve benimsediği yeni tinsel kurallarla içindeki ego canavarını zincirlemeye adar yaşamını.



Yazdığı Holden öyküleri reddedildiğinde bile, editörler Holden Caulfield’ı karakter olarak sevdiklerini, onu daha çok öyküde, hatta bir romanda görmek istediklerini söylemişlerdir. Holden, yazılmayı neredeyse talep etmiştir Salinger’dan. Çavdar’a kadar Holden’ı yazmak için yaşamıştır, Çavdar’dan sonra Holden’ı yazdığı gibi.



Kenneth Slawenski bu saptamalarda bir problem görmüyor. Bilakis, ‘sanat yaşamı, yaşam sanatı taklit eder’ önermesine bir post modern kehanet olarak sığınıp bütün kitabı Salinger’ın eserlerinde otobiyografik kanıtlar bulmaya, sonra da bu kanıtlardan, hakkında çok az şey bilinen J. D Salinger’a bir yaşam öyküsü kurmaya adıyor.



Salinger’ın ikilemi



Taraflı da olsa, kendi içinde tutarlı olan bu Salinger anlatısı, yazarın edebiyata bakış açısındaki ilerlemeyi ve değişimi detaylı saptamış. Salinger en başından beri okurla karakter arasına girmeyen, egosunu bastırarak arka planda kalmayı başaran bir yazar olmayı hedefler.



(Faulkner’ın sevgili sessiz okur deyişini çok sever)



Bu yolda ilk büyük ikilemini, yayımlanma arzusu ve ticari başarı ile kendi standartlarına göre edebi mükemmelliği koruma arasında yaşar.



Savaş, Salinger’ı ve yarattığı karakterleri değiştirir. İlk öykülerindeki kendilerini ve ait olduğu sınıfı alçaltıp aşağılayan karakterler, savaş sırasında yazdıklarında kahramanlık gösteren ve kendini yücelten karakterlere dönüşür. Artık ibret alınacak değil, ilham alınacak karakterler ilgilendirir onu. Korkusuz ama kötümser alaycılığının yerini, alçakgönüllü bir kabulleniş alır.



Sanatın tinsellikle anlamdaş olduğu yargısına vardığı an, maddi ve bedensel zevklere sırtını çevirmeye kendini zorlar. Kaçmaya, gittikçe insanlardan uzak bir hayat aramaya devam eder. Ancak asla tam anlamıyla hırslarından kurtulup alçak gönüllü bir bakış açısını benimseyemeyecektir. Yazmak meditasyondur ama yayımlanmak ve sonrasında başarı beklemek baştan çıkarıcıdır. Yazarken inzivaya çekilmeyi başarmıştır. Kitaplarının ve yazar olarak kendinin tanıtımında kontrol delisi bir tavır geliştirir. Resminin yayımlanmasını, kendi yazmadığı biyografik detayların paylaşılmasını hatta kitap kapaklarında bir görselin bile yer almasını istemez.  Slawenski  bu isteklere saygı duyulmamasını ayıplar bir tonda anlatıyor; “Yayımlanmak, kahrolası bir utanç” diyen Salinger’ın bu hastalıklı tavrını onaylıyor.



Salinger ilhamını tinsel dengede buluyordu artık. Kendini Tanrı’nın yazarı olarak görüyordu ve kendine gelen vahiyleri dünyayla paylaşmak zorunda olduğu için yayımlanmak utancına katlanacaktı. Slawenski, kitabında Salinger’ın inandığı Zen inanışının propogandasını yapmıyor asla. Ancak Salinger’ın kendini tanrı-yazar olarak gördüğü noktayı sorgulamadan kabul ediyor.



İkonik karakter



Holden’ın artık, Salinger’a ait olmadığını anlatan iki olay oldu. Biri çıktı John Lennon’u öldürdü, sonra kaldırımın kenarına oturup Çavdar’ı okumaya başladı. Holden ile özdeşleştiğini ve o nedenle bu cinayeti işlediğini söyleyecekti. Hatta kitabı ifadesi olarak sundu. Holden, artık okura aitti. Her okur onunla istediği boyutta özdeşleşebiliyordu. Bu ikili ilişkide Salinger’a yer yoktu.



Diğer olay, bir yayımevinin Çavdar’ın devamını anlatan bir kitap yazma girişimiydi. Salinger mahkemeye başvurdu. Neredeyse metaforik olarak Holden’ın vesayet davasına dönen davada, mahkeme Holden’ı ikonik, sözcüklerle resmedilmiş bir karakter olarak tanıdı ve özgürleştirdi.



Salinger kendini hiç bu kadar yalnız hissetmemişti.



New York edebiyat ve yayınclık dünyası



Kitap, Salinger’ın bir yazar olarak gelişimine paralel olarak; edebiyatın bir endüstri gibi çalışmasını sağlayan edebiyat dergileri, editörler, yayıncıların dünyasının da bir portresini çiziyor. Salinger’ın gözünden bir portre bu. Bir sevgi nefret ilişkisi. Bütün editörler anlayışsız, paragöz, arkadan bıçaklayan, kötücül. Kötülüklerin amiral gemisi ise The New Yorker dergisi. Yine de Salinger karşı konmaz bir tutkuyla onlar tarafından beğenilmek, onaylanmak, saygı duyulmak istiyor. Aldığı her red yanıtıyla daha da bilenmiş olarak tekrar tekrar deniyor. “Özgüveninin bittiği durumlarda hep tutkusu devreye girdi”, diyerek gururla anlatıyor bu bölümü Slawenski.



Kült kitap



Çavda Tarlasında Çocuklar’ın  Amerikan Edebiyatı’nın önemli, kült statüsüne erişmiş romanı olduğu doğru. Ancak Slawenski’nin önerdiği gibi, Salinger’ı Capote, Hemingway ve Faulkner jenerasyonunun Sylvia Plath ve Nabokov ile köprü kurmasını sağlayan; Beatniklerin doğmasına ilham olduğu halde onları beğenmeyen bir ikon olarak konumlamak herkesin  kolay kolay hemfikir olacağı bir şey değil.



Sonsöz



Önsözde Slawenski’nin dediği gibi. “Oku. Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı keşfet, ister ilk kez olsun ister yiriminci kez.”



Yorumlar

Yorum Gönder

Yeni yorum gönder

Diğer Eleştiri Yazıları

Modern sanat telakkisinin adeta “dinselleştiği” ve bunun da en önemli etkisini mimarlık alanında gösterdiği bir bağlamda yaşadı Turgut Cansever. Türkiye ekseninde bir yanda pozitivist bir dünya görüşünün diğer yanda da seküler mistik ve “yaratıcı insan” düşüncesinin egemen olduğu, “bilim”in dogmatikleştiği bir dönem.

Hayat parantezi 1916’da İstanbul’un Fatih semtinde, Atik Ali Paşa’da açıldı Behçet Necatigil’in. Sonra parantezin içerisine bir başka şehir girdi: Kastamonu. Zeki Ömer Defne’nin zilleri çalarken derslere bir bir girenler arasında o hassas ortaokul öğrencisi de vardı. Evlerden, kırlardan, denizlerden duyulan bu ses zil değil şiirin tınısıydı.

“Sanatçı, gözün göremediğini görendir.”

 

Çağdaş Amerikan edebiyatının en parlak yazarlarından Michael Chabon’un bir söyleşisini hatırlıyorum. Yaratıcı yazma atölyelerinin desteklenmesi gerektiğini söylüyordu: “Tamam, kimse kimseye dâhi olmayı öğretemez kuşkusuz ama yazarken hata yapmamak, yazmak denen şeye ‘okur’ gibi değil de ‘yazar’ gibi bakmak pekâlâ öğrenilebilir.

Nehir söyleşi, ara bir tür. Ne biyografi ne de otobiyografi. Otobiyografi değil çünkü hayatınızı nasıl anlatacağınızı söyleşiyi yapan kişinin soruları belirliyor. O çerçeveyi siz çizemiyorsunuz ve birkaç soruyla hiç istemediğiniz günlere veya olaylara geri dönmeniz mümkün.

Kulis

Bir Rüya Gibi Dağılacak Olan Hokkabazlar Dünyasında Yaşıyoruz

ŞahaneBirKitap

Kaan Burak Şen, yavaştan genç yazar olarak anılmanın sonuna doğru geliyor; Mutlu Kemikler üçüncü kitabı… Kafası bir hayli tuhaf. Şimdilerde bir roman yazdığı da söyleniyor, fakat öncesinde belirtmekte fayda var: Mutlu Kemikler öykü derlemesi henüz çıktı, pek başka bir kitaba benzetilecek bir havası da yok bu kitabın.

Editörden

Tıp ve edebiyat ilişkisi, tıbbın insanla olan ilişkisi gibi tarih boyunca şekil değiştirmiş, her dönem yeni yaklaşımlarla genişlemiştir. Tıbbın tarihi, insan acılarının da tarihidir aslında. Edebiyatın içinde kapladığı yer, diğer bilim dallarından hep daha büyük olmuştur tıbbın.